Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz.

İletişim için adminiubkfk@gmail.com.

18 Eylül 2009 Cuma

Arthur C Clarke: Efsaneyi Uğurlarken



Büyük usta, bilim kurgu yazarı Arthur Charles Clarke, 19 Mart 2008 tarihinde, tam doksan yaşında solunum yetmezliği sebebiyle aramızdan ayrıldı. Biz de, farkında olmasak da aslında hepimizin yaşamında bir parçası olan üstadı, onu tanıtan bir yazıyla anıyoruz.

Arthur C. Clarke, 1917 senesinde İngiltere’de bir sahil kasabasında dünyaya geldi. Daha çocukluğundan, yıldızlara ve bilim kurgu öykülerine meraklıydı. İlk teleskobunu 13 yaşında kendi yaptı. Çiftçi olan babası, Clarke daha 14 yaşındayken vefat edince aile maddi olarak güç bir duruma düştü.

Clarke, Richard Huish Üniversitesi’nde gramer, yani dil eğitimi görürken üniversite masraflarını karşılayamadı ve bir yandan da çalışmaya başladı. Mezun olana kadar geçen süreçte de ufak bilim kurgu öyküleri yazdı. Daha sonra, İngiltere’deki her parlak genç gibi Londra yolunu tuttu. Burada denetçi olarak çalıştı ve daha 16 yaşında üyesi olduğu, bilim ve uzayla ilgilenen “British Interplanetary Society” isimli derneğin toplantılarına katıldı. Bir süre sonra, kendi apartman dairesi derneğin buluşma mekanı haline geldi. Nitekim 2. Dünya Savaşından sonra Clarke derneğin başkanı seçildi.

Hemen 2. Dünya Savaşına dönelim. Çünkü bilim kurgu yazarı Clarke “mucit” unvanını bu savaş sırasında edinmiştir.

Clarke, 1941’den 1946’ya kadar İngiliz Hava Kuvvetleri’ne radar teknisyeni olarak hizmet verdi ve uçuş teğmenliği mevkisine kadar yükseldi. Bu yükseliş sırasında da yeni yeni gelişen radar teknolojisi ile iç içe buldu kendini. Savaş sırasında uçakların iniş ve kalkışlarını kontrol etti. “Radar Erken Uyarı Sistemi” adı verilen ve ilk defa kullanılan bu teknik ile, savaş uçakları görülmeden, sadece bir ekrana bakarak takip edildi ve ekran görüntülerine göre iniş kalkış düzenlemeleri başladı.

Uçaklarla radar kuleleri arasındaki veri iletişimini inceleyen Clarke, uzaya gönderilecek uydularla, bu iletişimin daha geniş veri aralıklarıyla yapılabileceğinin farkına vardı. Bu basit radar tecrübesinin ardından, 1945 senesinde, uzaya gönderilecek iletişim uyduları hakkında teknik bir sunum hazırladı ve takip eden yıllarda bu sunum farklı dergilerde yayınlandı. “Radyo istasyonları roket üsleri sayesinde tüm dünyaya yayın yapabilir mi?” sorusu cevaplandı ve Clarke’nin görüşü günümüzdeki küresel uydu sistemlerinin doğuşuna öncülük etti. Bugün geostasyonel yörünge olarak adlandırılan, ekvatorun tam 36000 km. üstündeki yörünge “Uluslararası Astronomi Birliği” tarafından “Clarke Yörüngesi” olarak anılmaya başlandı.

Günümüzde hepimizin cebini dolduran mobil telefonlar işte Clarke’nin bulduğu bu uydu teknolojisi sayesinde işlemektedir. Ama Clarke, bu fikrinden dolayı tek bir kuruş kazanamamıştır. Çünkü patent kavramı daha tam oluşmadığından fikrini patentlememiş ve 1960’larda ilk uydu uzaya fırlatıldıktan sonra bir makale yazmıştır. İsmi de, “Boş zamanımda nasıl bir trilyon dolar kaybettim?”dir. Yıllar sonra, belki biraz da teselli olarak, Clarke 1998 Nobel Barış Ödülüne aday gösterilmiş fakat bu ödülü kazanamamıştır.


Tekrar hayatına dönersek; Clarke savaş sonrasında Londra’daki King Üniversitesi’nde matematik ve fizik konusunda yüksek öğrenim gördü ve birincilikle mezun oldu. İşte bu noktada ise Clarke’nin romanlarındaki gerçekçiliğin kaynağı olan eğitimi ortaya çıkıyor.

1950-60 arasında Clarke’ın bir çok kitabı, makalesi ve yazıları yayınlandı. 1954 senesinde Amerikan Hava Bürosu’nun şefi Dr. Harry Wexler’a meteorolojide uydu uygulamaları konulu bir yazı gönderdi. Ardından meteoroloji tahminlerinde yeni bir çağ başladı. Harry Wexler’ın da büyük çabasıyla hava tahminlerinde uydu uygulamaları hayata geçirildi. Hava tahminleri daha kesin sonuçlarla yapılmaya başlandı.

1956 senesinde su altı araştırmalarına merak saran Clarke, Sri Lanka’ya yerleşti ve vefatına kadar da burada yaşadı. Dalışlar yaparak deneyimlerini aktaran gerçek hikayeler çıkarmaya devam etti. Dalış yapmak O’nun için büyük bir zevkti, çünkü ağırlığını yitiriyor ve uzaydaki süzülme hissine bir şekilde ulaşıyordu. Nitekim 1962’de geçirdiği felç üzerine kalan ömrünün büyük kısmını da tekerlekli sandalyeyle geçirmek zorunda kalıyordu.

1964’te kendini kanıtlamış yönetmen Stanley Kubrick ile çalışmaya başladı ve dört senelik çalışmanın ardından 1968 senesinde adıyla birlikte anılan film 2001: Bir Uzay Destanı (A Space Odyssey) ortaya çıktı. Film ve roman Clarke’ın 1948’de bir BBC yarışması için yazdığı The Sentinel adlı eserini temel alıyordu. Clarke ile Kubrick senaryoyu birlikte yazdılar ve senaryo aynı yıl Clarke tarafından romanlaştırıldı.

Film çeşitli yerlerden aldığı 10 ödülün yanı sıra 1969’da 4 dalda Oscar’a da aday gösterildi. Ama sadece en iyi efekt dalında ödüle layık görüldü. Bugün çoğu filmde ve gerçekte de astronotlar tarafından kullanılan klişe cümle “Houston, we have a problem.” ilk defa Clarke’ın bu romanında kullanıldı ve kitap basıldıktan sonra gerçek hayatta da aynen gelişti. Hatta daha sonra uzaya gönderilen Apollo 13 mekiğinin kontrol modülü Odyssey olarak adlandırıldı.

1972’de 2. önemli eseri olarak vurgulayabileceğimiz Rama’yla görüşmeyi, Rama serisinin ilk kitabını yayınladı. Güneş sistemine giren 30km’lik bir uzay gemisini araştırmaya giden ve burada içbükey bir dünya ile karşılaşan astronotların öyküsünü anlatan bu romanı ise 2009’da, Dövüş Kulübü ve Se7en gibi filmlerinden bildiğimiz David Fincher’ın yönetmenliğinde film olarak da izleyebileceğiz.

1986 yilinda Amerikali Bilim Kurgu yazarlarinca GrandMaster (Büyük Usta) olarak adlandirildi. Ve bu ünvanı alan birkaç yazar arasına dahil oldu.

Clarke, hayatı boyunca yaptığı çalışmalardan ötürü 1998’de İngiltere Kraliçesi tarafından şövalye ilan edildi ve Sir ünvanı aldı. Ve Prens Charles sadece kendisine resmi ziyarette bulunmak için Sri Lanka’ya kadar gitti.

1983’te kurulan, Clarke’ın ismini taşıyan, evreni ve Clarke’ın görüşlerini yorumlayıp geliştirmeye çalışan bir kuruluş ve yine ismini taşıyan ve 1987’den beri her yıl o yıl basılan en iyi bilim kurgu eserinin yazarına verilen bir ödül vardır.

Birçok bilim kurgu meraklısı için aslıda Arthur C. Clarke bilim kurgunun ta kendisidir. Hiçbir zaman edebi yönü kuvvetli olmasa da özellikle eğitiminden dolayı ince, ayrıntılara önem veren ve bilimsel gerçekleri ortaya koyan yalın bir üslup, sade bir dil kullanmıştır. Kitaplarında genelde tek bir bilimsel fikir çerçevesinde sağlam bir kurguyla okuyuculara uzanır ve uzayın soğukluğunun size dokunmasını sağlar. Kimi çevrelerce kitaplardaki insan ilişkilerinin fazla pembe dizi kıvamında olduğu söylenir ve eleştirilirdi fakat bu onun ağır mizah duygusunun yansıması olarak da yorumlanabilir. Ayrıca bilimsel temellere sıkı sıkı bağlıyken metafizik öğelerini de kitaplarına katmayı başarmıştır. Teknolojinin faydaları kadar getirebileceği sorunları ve felaketleri de göz ardı etmemiştir ve ileri görüşlülüğünü korumayı bilmiştir.

Bir çınarı daha Mart ayı içerisinde uzaklara uğurladık. Ama bundan yıllar sonra O’nun bugün yazdığı kurguların gerçeklerle iç içe girdiğini göreceğinizden hiç şüpheniz olmasın.

Clarke’ın 3 Kuralı:
1. Seçkin ama yaşlı bir bilimadamı bir şeyin mümkün olduğunu ifade ettiğinde, neredeyse kesinlike haklıdır. Ama aynı kişi bir şeyin imkansız olduğunu ifade ettiğinde, büyük olasılıkla yanılıyordur.
2. Mümkün olanın sınırlarını keşfetmenin tek yolu, imkansıza doğru giden bir yol açmaktır.
3. Yeteri kadar ilerlemiş bir teknoloji, büyüden ayırt edilemez.


Mayıs 2008 13.Sığınak Sayı:2
Sempozyum 2008-Nisan (Mahşer-i Cümbüşlü)
Devamını okuyun...>>

21 Temmuz 2009 Salı

RPG Nedir, Biz Niye Seviyoruz Kendisini Bu Kadar?

RPG, İngilizce bir terim olup “role playing game”, yani “rol yapma oyunu”nun kısaltmasıdır. Rol yapma oyunu deyince insanların aklında iyi-kötü bir şeyler canlanıyor olsa gerek, ne de olsa çoğumuz en azından küçüklüğümüzde rol yaparak, istediğimiz ya da arkadaşlarımızın bizim için belirlediği rolleri canlandırıp çeşitli kahramanların yerine geçerek değişik oyunlar oynamışızdır.

Aslında işin geneline bakıldığında çocukken oynadığımız o evcilik-doktorculuk-arkadaş kurtarmak için pelerinli birtakım kahramanlar olma durumlarıyla şimdi bizim oynadığımız rpg arasında muazzam bir fark yok. Ayrıntılara inmeye başlayınca karışıyor gibi her şey. Yoksa yaş-boy-kilo biraz artmış, herkes rolünü seçip sandalyede ya da sahnede yerini almış, kavga ve gürültü seviyesi biraz azaltılmış, hepsi hepsi bu. Yine arkadaşlarımızla kendi içinde sosyal bir ortamdayız, yine canımız sıkılmış olağan hayatlarımızdan, ya da en önemlisi, yıllardır bizimle birlikte yaşayıp bizi bırakmamış olan hayal gücümüz yine harekete geçmiş.


Dışarıdan bakınca ortalığı karıştırıyor gibi görünen, insanların rpg’ye başlamadan önce korkmalarına neden olan o ayrıntılara bir göz atalım o zaman... Ancak şunu belirtmekte fayda var, rpg’ye yeni başlayacak olan bir insana bu ayrıntıları açıklamadan önce ona rpg’ye aslında farkında olmadan, küçükken çoktan başlamış olduğunu bir hatırlatmak gerek.

“Geçmiş olsun, kimse rpg’ye sıfırdan başlamaz, yabancı bir dil öğrenmek gibi değildir bu, çoktan başlamışsındır aslında, en azından rol yapmak nedir bilerek geldin buraya.”

Ayrıntılara dönelim... Öncelikle rpg’nin şu dört çeşidi olduğunu belirteyim:
1. Bilgisayar RPG
2. Masaüstü RPG
3. LARP
4. Minyatürle oynanan strateji unsuru bol RPG

İlk çeşit olan bilgisayarda rpg, bilgisayar oyunları aracılığıyla, pc başındaki kişilerin oynadıkları oyunların içinde çeşitli karakterleri canlandırdığı türdür. Wizards of the Coast- D&D, White Wolf- World of Darkness, Steve Jackson Games- GURPS (Generic Universal RolePlaying System) gibi bilinen oyun firmalarının çıkardığı belli başlı bu sistemlerin içinde, oyunları satın alan kişilerin hayal dünyalarına hitap eden çeşitli karakter türleri bulunur.

İkinci çeşit olan masaüstü rpg’de, işin içinde bir bilgisayar ya da bilgisayar oyunu yoktur. Bir masa etrafında toplanmış 3-5 insan, kendileriyle aynı masayı paylaşan oyun yöneticisinin (gm [game master]ya da dm [dungeon master]) yönlendirmesiyle, canlandırdığı karakterlerin senaryo içinde başarılı olmasına çalışırlar. Her karakterin belirli bir görevi olmasına rağmen asıl amaç tabii ki kaliteli bir rol yapma ortamında eğlenebilmektir.

Üçüncü türümüz olan larp (live action role playing), masaüstü rpg’nin hareket ve görsellik açısından zenginleştirilmiş halidir. Yani oyuncular bu kez ayaktadır, yürüme, gezinme ve daha birçok hareketi yapma serbestliğine sahiptir, ve bütün oyuncuların rollerine özel giysileri vardır. Larp, bu özellikleriyle en teatral rpg türüdür.

Son tür olan minyatürlü strateji rpg’sinde, masa etrafında toplanmış olan oyuncular, masada bulunan, oyuna özel karton üzerinde, yine oyuna özgü minyatürler aracılığıyla rol yaparlar. Oyuncuları, kartonda hareket ettirdikleri minyatürler temsil eder. Bu türün en bilinen örneği Warhammer Fantasy Battles ismiyle Games Workshop firması tarafından 1983 yılında piyasaya sürülmüştür.

Yazının başlığındaki ikinci soruya gelecek olursak, aslında herkesin kendine özgü bir yanıtı olması gerek. Ben yalnızca çevremde gözlemlediğim kadarını söyleyebilirim, o da rpg’yi sevmemizin sonradan ortaya çıkan, herhangi belirli bir sebebinin olmamasıdır. Biz zaten rpg’yi seviyorduk, zaten bilerek ve severek büyüdük, hani çocukken..diye başlarım yine. O yüzden hayal gücü nerede, rpg orada diyor, ve susuyorum.

Devamını okuyun...>>

26 Haziran 2009 Cuma

Yazarlık Mertebesi

Yazar olmak isteyen arkadaşlar mail adreslerini adminiubkfk@gmail.com adresine mail atarak yazarlık davetiyesi alabilirler. Yalnız blogger'a kayıt olabilmek için gmail adresi gerekiyor. Benden bilmeyin, Blogger'ın uygulaması bu. Eğer gmailiniz yoksa ve almaya üşeniyorsanız, arzu ettiğiniz mail adresini söyleyin ben alırım. Sonra şifresini değiştirirsiniz.
Sizi yollayan linki izleyip profil yaratacaksınız. Sonra ver elini blog ortamları. Anlatmaya gerek görmedim, zira blogger elinizden tutup götürüyor. Problem çıkmaması lazım.
Önemli not: Profil alırken lütfen en azından isminizi girin. Kimin ne yazdığını anlayabilmek ve birbirimizi tanıyabilmek için böyle bir ricada bulunuyorum.
Profiliniz yarattıktan sonra www.blogger.com'da gmail adresiniz ve gmail şifreniz ile giriş yaparak profilinize girebilirsiniz. Dashboard'da "new post", "edit post" ve "settings" olacak. Edit post ile sadece kendi yazılarınızla oynayabiliyorsunuz. Settings kısmında ise henüz anlamadığım (ve gereksiz gördüğüm) mailsel bir olay ve yazarlığınızı silme seçeneği var.
Başlık yazma kısmı ise yine kendini açıklayan cinste. Problem yaşayacağınızı sanmıyorum. Yazılarınıza fotoğraf ve video eklenebiliyor (sol üst), aklınızda bulunsun.
Yazılarınıza daha rahat ulaşılabilmesi için sağ alttaki etiketleme kısmına uygun gördüğünüz etiketleri yazmanızı tavsiye ederim.
Yazınızla ilgili bir probleminiz/eksikliğiniz var ise ben buradan düzeltirim. Mail atmanız yeterli.
İyi yazmalar.
Devamını okuyun...>>