Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz.

İletişim için adminiubkfk@gmail.com.

13 Şubat 2008 Çarşamba

Legend of the Five Rings – Bölüm 1

Ben Bayushi Corona. Anlatacağım hikaye belki de sizden çok uzaklara ait, ama nasıl ki şarkılar evrenseldir, farklı kültürlerin şarkılarını bütün insanlar dinleyebilir ve o ezgileri kalplerinde hissedebilirler, benim hikayem de öyle. Şimdi, tepemdeki pırıl pırıl güneşle birlikte kale surlarının üstünden önümde uzanan muhteşem manzarayı izlerken hissettiklerim, bana bütün insanların bu duyguları paylaşabileceği düşüncesiyle beraber garip bir birliktelik hissi veriyor.

Rokugan’ın bu çeşitli klanlara ev sahipliği yapan topraklarında, ben de Akrep Klanı’na mensup bir samurayım. Bugüne kadar ne ailem, ne de bu topraklarda bizim klanımıza olan bakış açısı beni mutlu etti. Ailem yaptığım görevi hep aptalca bir ayak işi olarak gördü ve imparatorluğun birkaç samurayla birlikte beni de özel bir iş için görevlendirmesi, başta hayata yeni bir başlangıç düşüncesiyle beni umutlandırmış olmasına rağmen, yuvamdan uzakta yaşanmış olan ve istemeden de olsa parçası olduğum bütün kavga, çekişme ve entrikalar beni daha da yıprattı ve üzdü.

Ama yine de biz samuraylar için görev beklemezdi ve kendi payıma pek de öyle olmadığımı düşünsem de, bazılarımız neredeyse böyle kavgalara, çatışmalara ve savaşlara alışkın olarak dünyaya gelmişti. Görev arkadaşlarım iki samuray ve bir shugenjadan (büyücü-rahip) oluşuyordu. Bize öğretildiği şekilde samuray, ölüm korkusunu yenmiş kişidir ve görev arkadaşlarımdan, Yengeç Klanı üyesi Hira-san tam da böyle insandı. Onun savaşa olan istekliliğiyle, diğer samuray arkadaşım, Turna Klanı’ndan Daidoji-kun’un çatışmayı son seçenek olarak görmesi birbirini dengeliyordu. Ben ise Buşido’yu, yani Savaşçının Yolu’nu hala bulamamış, fazlasıyla başına buyruk bir samuray olarak oradan oraya sürükleniyor ve asıl savaşı içimde veriyordum. Diğer görev arkadaşımız olan shugenja da bu birbirinden farklı üç samuray arasında Şinto’nun dinginliğini, huzurunu ve doğanın dört bir yanına saçılmış olan ruhlarını yeniden bulmaya ve bizlere kazandırmaya çalışıyordu. İzin verirseniz, benim ve görev arkadaşlarımın başından geçenleri hatırlayabildiğim kadarıyla, tarihleriyle anlatmaya çalışayım.


9 Haziran 1043, Cuma:
Deli gibi yağmur yağıyordu ve ben ev kapımızın önündeki ahşap merdivenlere oturmuş, dalgın halde, bahçemizdeki çiçeklerin Muson yağmuru altında ezilişlerini izliyordum. Bu dalgınlığım, bahçe kapımızın önündeki çamur tabakasını her tarafa sıçratarak yere vuran dört büyük toynağı fark etmemle dağıldı. Devasa bir yaban atının üzerinde bir samuray, bütün ihtişamıyla karşımdaydı. Ben de bir samurayım, ama dıştan böyle göründüğümü pek sanmıyorum. Bu düşünce sadece bana ait olacak ki, samuray dosdoğru bana geldi ve zırhının altındaki deri keseden, üzerinde imparatorluk mührü bulunan bir zarfı çıkarıp verdi. Tek söylediği şu oldu: “Bir an önce hazırlanın, genç samuray. Bu gece arkadaşlarınızla buluşacaksınız.” Bir şey dememi beklemeden hızla uzaklaştı, zarfın ıslanmaması için telaşla çatının altına girip onu açtığımda da tek bir şey yazıyordu: “Bu gece Akrep Klanı’yla Yengeç Klanı’nın güney sınırındaki tarafsız bölgede, imparatorluğun görevlendirmiş olduğu diğer üç kişiyle buluşacak ve Yengeç Klanı topraklarındaki Demirhane’nin üretimi durdurma sebebini çözeceksiniz.”
Aynı günün gecesi:
Yaklaşık yüz metre ilerideki, dolunayın aydınlattığı açıklıkta iki samurayı ve aralarındaki ufak büyücüyü gördüğümde atım da, ben de hayli yorulmuştuk. Son hızla onların yanına gittim ve kısa bir şekilde tanıştık. Hepimiz gayet ciddi ve gergindik, ne de olsa hemen yoluna koyulduğumuz Demirhane’de nasıl karşılanacağımızı ve nelerle karşılaşacağımızı bilmiyorduk.

10 Haziran 1043, Cumartesi:
Nihayet akşama doğru Demirhane ileride belirmişti. Yaklaştıkça artan koyu duman ve çekiç sesleriyle biraz şaşırmıştım, çünkü Demirhane çalışıyordu, ya da sonradan öğreneceğimiz üzere, “çalışıyor görünüyor”du. Biz Demirhane’yi çevreleyen surların ortasındaki, dış kapıya yaklaşırken orada bulunan bir samuray bizi fark eder etmez koşarak geldi ve oldukça şaşkın, hatta kendisi de bir samuray olduğu halde hayran olmuş bir ifadeyle, “Demirhane’mizin Baş Mühendisi sizi akşam yemeğine davet edene kadar biraz dinlenin, efendim.” diyerek bizi içeri buyur etti.

Surların ardına geçtiğimizde, içeride çeşitli birçok ahşap yapı olduğunu gördük; Demirhane adeta küçük bir kasaba gibiydi. Bu yapıların arasındaysa bir yanda demirden savaş aletleri ve mancınık yapan, oradan oraya koşturan işçiler, bir yanda boş boş gezinenler, bir yanda da artık “biz” vardık. Konaklayacağımız ahşap binanın önüne geldiğimizde Daidoji-kun etrafı gezmek istediğini belirterek yanımızdan ayrıldı. Hira-san da ona eşlik etmek istedi, ben ve shugenja dinlenmek üzere odalarımıza çekildik. Odamda fazla oyalanmadım, etraftaki yoğun sis ve aşırı gürültü dinlenmeyi hayli zorlaştırıyordu zaten. Yeniden kapının önüne çıktığımda ileriden, halinden memnun görünen Daidoji-kun ve halinden hiç de memnun görünmeyen Hira-san’ın yaklaşmakta olduğunu gördüm. Yanıma geldiklerinde Hira-san oldukça sinirli bir tavırla: “Baş Mühendis bizi yemeğe bekliyormuş. Gidelim.” dedi. O an neye sinirlenmiş olduğunu sormaya çekindim, içeriden shugenjayı çağırdım ve hep birlikte yemeğe gittik.

Girdiğimiz bina kısa bir giriş ve onu takip eden büyükçe bir ziyafet salonundan oluşuyordu. Salonun ortasındaki alçak, ama alabildiğine uzanan geniş ahşap masanın üzeri çeşitli yiyecek taslarıyla doluydu. Bizim içeri girdiğimizi görür görmez masanın etrafındaki minderlerde oturan insanlar ayağa kalktılar ve masanın en başındaki, Baş Mühendis olduğu her halinden belli olan kişi ayağa fırlayarak ve bizi hemen önündeki dört mindere buyur etti. Peşinden hizmetçi geldi ve sevimli bir tavırla sordu: “Sake?” Çay isteyen shugenja dışında hepimiz sake içtik. Kısa bir duraklamanın ardından Hira-san oraya geliş sebebimizi açıkladı ve Demirhane’deki son durumu öğrenmek istedi. Bunun üzerine Baş Mühendis yanındaki uşaklarına emretti: “Kızımı çağırın!” Herkesin gözü kapıya yöneldi, zira içeri, ben ve Daidoji-kun’dan farklı olarak masum ve sevimli görünümü ve harika büyük gözleri olan, oldukça güzel bir kız girmişti. Baş Mühendis kızına benimle Daidoji-kun’un yanımıza oturmasını işaret etti ve sonra hepimize dönüp anlatmaya başladı: “İşte, efendi samuraylar, dünyalar güzeli kızımı görüyorsunuz. Demirhane’mizdeki üretimin duruş sebebini sordunuz. Buraya bu sorunu çözmeye geldiğinizi belirttiniz. Benim diyeceğim şudur, bu sorun Akrep Klanı’nın Daimyo’suyla benim aramda görünüyor. Akrep Klanı’nın Daimyo’sunun oğluyla benim kızımın evlenmesi planlanmıştı, ancak şimdi Daimyo bu evliliği reddettiğini söyledi, üstüne üstlük Demirhane’nin çalışması için gerekli olan malzemeleri de artık temin etmeyeceğini belirtti. Malzememiz azaldığı için adamlarımı geçenlerde buraya iki saat uzaklıktaki Uyuyan Orman’a ağaç kesip odun getirmeleri için gönderdim, onlar da birkaç saat sonra dehşet içinde geri dönerek bazı “kötü ruhlar” tarafından ormandan püskürtüldüklerini söylediler. Burada üretim durunca ne olacağını hepimiz biliyoruz, düşmanla aramızdaki güney sınırında halen süren korkunç bir savaş var. Düşmana karşı ördüğümüz duvarın çökmesi an meselesi. Aldığım son bilgilere göre, cephanenin iyice azalmasıyla birlikte, duvar en fazla altı gün dayanabilecek durumdaymış. Kısacası bu sadece Demirhane’nin şu altı gün içinde çalışmaya devam edebilmek mecburiyetinde olduğu anlamına gelmiyor, bu aynı zamanda benim için artık bir onur meselesi.”

Aldığımız bilgilerden dolayı çok da keyifli geçmeyen bir yemeğin ardından grup olarak hemen o gece Uyuyan Orman’a gitme kararı aldık. Hem oradaki tehdidin gerçekten de “kötü ruhlar” olup olmadığını öğrenecek, hem de duvarın yıkılmaması amacıyla Demirhane’yi çalışır hale getirmek için önümüzde sadece altı gün olduğuna bakılırsa zaman kazanmış olacaktık. Hazırlanıp yola koyulduk ve sakin geçen iki saatin ardından ileride birtakım ışıklar gördük. Biraz daha yaklaştığımızda bunların Uyuyan Orman’ın eteğinde geçici olarak konaklayan köylülerin kamp ateşleri olduğunun farkına vardık. Bizi gördüklerinde kamp genelinde hafif bir hareketlenme oldu ve köylülerin başı olduğunu düşündüğüm bir kişi bize yöneldi. “Buyurun efendi samuraylar, nedir sizi buraya getiren?” Ona geliş sebebimizi açıklamamızın ardından gözleri korkuyla büyüdü ve “Evet, samuraylar, köylülerimiz bu orman tarafından püskürtüldü ve kötü ruhlar gördüklerini, garip sesler duyduklarını söylediler. Hatta püskürtülenlerden birkaçı aramızda.” Arkasına dönüp yakındaki bir ateşin başında oturmuş, kaskatı bir halde bizleri izleyen ufak tefek bir adama başıyla gelmesini işaret etti. Adam koşa koşa geldi ve kendisinin de ormandan kaçanlardan biri olduğunu ve ormanda büyük büyük dedesinin ruhunu gördüğünü söyledi. Dediğine göre atası, ona ifadesizce, yalnızca şöyle demişti: “Gidin buradan.”

•1. bölümün sonu•

Aslı Bülbül

Devamını okuyun...>>