Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz.

İletişim için adminiubkfk@gmail.com.

18 Mart 2008 Salı

Legend of the Five Rings – Bölüm 4

17 Haziran 1043, Cumartesi:Güney sınırında neler olup bittiğinden haberdar olamamak beni yiyip bitiriyordu. Kaç gündür sınıra bir atlı gönderip göndermemeyi tartışıyorduk, benim fikrim göndermek olmuştu, ancak arkadaşlarım bir atlının oraya gidip gelmesinin çok uzun süreceğini, duvar yıkılacaksa da zaten bunun gerçekleşmesine az zaman kalmış olduğunu ve Demirhane’nin konumunun eğer bir düşman ordusu yaklaşacak olursa onu daha buraya ulaşmadan bir buçuk gün önce görebilecek kadar yüksekte ve açıklıkta olduğunu söyleyerek beni avutmuşlardı. Belki de haklıydılar, çünkü bu hesaba göre göndereceğimiz atlının geri gelip haber vermesiyle düşman ordusunun bize saldırması arasında en fazla birkaç saat fark olacak, hatta belki de atlı daha sınıra varamadan yolda devasa düşman ordusuyla karşılaşacaktı.

Böylece beklemeye ve Demirhane’yi hazırlamaya devam ettik. Karanlık bastığında Demirhane’deki asker sayımı ve onlara cephane dağıtımı tamamlanmış, sığınaklar ve depolara gerekli bakım yapılmıştı. Herkes görev yerinde dinlenmeye çekildi. Ben de nöbetçi olduğum batı surunun tepesinde uyuklamaya başladım.

“Efendim, kalkın! Efendim, uyanın efendim, çabuk!” Sıçrayarak uyandığımda başıma dikilmiş, gözleri dehşetle fal taşı gibi açılmış bir asker gördüm. Orada kaç saat uyumuştum bilmiyorum ama, hala geceydi. “Ne oldu? Ne var?” “Bakın efendim, bakın!” Uyku mahmurluğuyla güney yönünü işaret ettiğini gördüğümde birden ürpererek kendime geldim ve bir süre gösterdiği tarafa bakamadım. Çünkü kötü bir şeyler görmekten korkuyordum, ama korkmak gerçekleri değiştirmiyor ya da benden uzaklaştırmıyordu, başımı yavaşça güneye çevirdim.


Güney sınırındaki korkunç geçmekte olduğunu düşündüğümüz savaşı görmemizi engelleyen son sıradağın, yani buradan görülebilecek en güneydeki dağ sırasının üstü alev alevdi ve alevin büyüklüğüne bakılacak olursa, kesinlikle insanların çıkardığı bir alev değildi. Zaten doğayı yakmak bizim inancımıza tersti. Bu, doğaya düşman bir gücün, kadim kötülüğün eseriydi. O an doğaya yapılan bu saygısızlığa karşı öylesine hiddetlendim ki, içimde korkuya ya da sinikliğe yer kalmadı. Artık savaş zamanıydı; doğaya boş yere kıyanlara karşı doğaya mümkün olduğunca az kıyarak kıyım yapmak.

Hemen önümdeki çana asıldım ve deli gibi çalmaya başladım. Benimkinden önce güney çanı zaten çalıyordu, ki orada Hira-san vardı, sonra bizimkilere sırasıyla Daidoji-kun’un bulunduğu doğu çanı ve kuzey çanı katıldı. Büyücü ise içeride, savaşamayacak durumdakileri sığınağa yerleştirmek ve onları kutsamakla uğraşıyordu. Güneş doğmaya başlamıştı.

18 Haziran 1043, Pazar:Doğan güneş, beraberinde hafif bir yağmuru da getirmişti. Öğlene doğru bu yağmur şiddetlendi ve surlarda bırakılan nöbetçiler hariç hepimiz içeri girdik. İçeride, arkadaşlarım ve emrimizdeki askerler arasında, duvarın ne zaman yıkılmış olduğu ve düşmanın ne zaman burada olacağı hakkında hararetli bir tartışma sürüyordu. “Duvarın ne zaman yıkıldığı kimin umrunda?” diye kükredi Hira-san. “Olan olmuş artık. Bir an önce düşmanın miktarını, hızını ve ne zaman burada olacağını hesap etmeliyiz!”

En sonunda düşmanın henüz “tahmin edilemeyecek kadar büyük” sayıda olduğu ve yarın sabaha karşı buraya varmış olacağı kanısına varıldı. Bu dehşet verici bir durumdu; artık zaten öleceğimizi düşünüyor, ölürken hiç olmazsa birkaç iblisi de beraberimizde götürmenin şakalarını yapıyorduk. Hepimizin sinirleri bozulmuştu. Akşamüstü, askerleri son kez iyice dinlenmeleri için odalarına gönderdik ve biz de oturup kendi aramızda yarın sabah için senaryolar ürettik, çeşitli stratejiler hazırladık. Derken Daidoji-kun’un aklına, gidip Uyuyan Orman’daki mutanttan kadim kötülüğe karşı gelebilecek kadim iyi ruhları yardımımıza göndermesini rica etmek geldi, ki bu işe yararsa eğer, harika bir fikirdi. Ne de olsa bizler, ruhani yönleri bizden çok daha güçlü olan kötü güçlere karşı kanımız ve canımızla savaşacaktık. Oysa iyi ruhlar, kötü güçlerle aynı yaratılışı paylaşıyordu. Hira-san ve shugenja da böyle zor bir zamanda bunun iyi bir çare olabileceğini düşünüp onay verdiler ve Daidoji-kun Demirhane’nin en hızlı atını alarak yola koyuldu. Shugenjayı da yanına alması güvenliği açısından çok iyi olurdu, ama ona burada daha çok gereksinim olduğu için yalnız gitti. Benim aklıma da Akrep Klanı’na gidip yardım istemek geldi. Çalınabilecek ikinci kapı oydu. Tek sorun, oraya gidip gelmenin iki gün süreceğiydi, bu fikirden vazgeçildi.

Biz böyle tartışırken çoktan gece olmuştu. Birbirimize iyi şanslar dileyerek mevzilerimize döndük. Bir saat kadar olmuştu ki Daidoji-kun sağ salim döndü ve bizlere mutantın bu teklifi çok ciddiye almış göründüğünü ve “Bu savaş kadim kötülükle bizim değil, insanların arasında, ancak bir kerelik olmak üzere bir iyilik düşünülebilir.” dediğini iletti. Bu haber bizi çok sevindirdi, düşmanı daha hırsla beklemeye başladık.

19 Haziran 1043, Pazartesi:Tan vakti, düşman iyice yaklaşmış ve doğmak üzere olan güneşin hafif aydınlığında korkunç yüzünü tamamen göstermişti. Ürkütücü büyüklükteki, güney ufkumuzu şimdi tamamen örtmüş olan düşman ordusu çeşitli türlerde ve büyüklüklerde ejderhalar, iblisler ve daha önce adını bile duymadığımız yaratıklardan oluşuyordu; güney sınırındaki duvarın yıkılmış olmasına şaşmamalı. Ben ilk hamleyi yapacak olan okçu ve topçu takımındaydım, o yüzden ilk hazırlanan savaşçılar da biz olduk. Kaç gündür, gelecek olan yaratıkların kalın derilerini hayal ederek muazzam kesicilikte ok başları yapıyor, korkunç ağırlıkta toplar döküyorduk, işe yarayacakları gün sonunda gelmişti.

Bir atış, bir atış daha...Yüzlerce ok havada bir anlığına kapkaranlık, rüzgarın önünde sürüklenen bir bulutmuşçasına beliriveriyor, ardından büyük hızla düşmanın üstüne yağmur gibi yağıyordu, ancak düşman da yüzlerceydi ve Demirhane’mizin surlarına doğru yağmur gibi yağıyorlardı.

Yanımdaki askerler bir yandan da mancınıkları kurmuşlardı, şimdi havayı oklara eşlik eden alev topları doldurmuştu. Birkaç dakika sonra, boyu neredeyse surunkiyle eşit dev bir ejderha, bizim mevzimize saldıran ilk yaratık oldu. Onu yere serip minik arkadaşlarını ezmesini sağlamadan önce, oraya buraya alev püskürterek birliğimdeki birkaç adamı canlı canlı yaktı. Bu esnada Daidoji-kun kendi savaştığı doğu cephesi duvarında oluşan bir çatlağı onarmak için aşağı inmiş, Hira-san ise surları terk etmiş, katanalı ekibe katılarak meydana çıkmıştı. Büyücü de içeride yaralanan askerleri tedavi ediyordu.

Savaş tüm gün sürdü, bu yaratıklar dinlenmek nedir bilmedikleri için bütün gece boyunca da sürecek gibiydi. Artık ana kapının dayanacak pek gücü kalmamış olsa gerek, Hira-san ve kalabalık birliğinin bir kısmı içeri girmiş, kapıyı destekliyorlardı; biz de oklarımızı kapı önüne yoğunlaştırıp onlara zaman kazandırmaya çalıştık. Artık sonumuzun geldiğini hissetmeye başlamıştım. Bu öyle bir andı ki, vücudum savaşırken beynim onu yalnız bırakmış, dışarıdan izliyor gibiydi. Etim, kemiğim, aynı diğer askerlerinkiler gibi bir savaş makinesinin parçası olmuş, ruhumsa böyle bir makinenin içine hapsolmaya isyan etmiş, kaçıp gitmişti sanki.

Derken, korkunç bir çığlık havayı yırttı. Uzaktan, kuzeybatı yönünden değişik türde, kartala benzeyen kuşlar geliyordu. Onların Uyuyan Orman’ın bulunduğu taraftan geldiklerini anlayana kadar, savaş sersemliğiyle, birkaç saniyeliğine onların da düşman olduğunu düşünüp içten içe isyan etmiştim, ama şimdi...dahası da vardı. Bir ormanda bulunması olası yüzlerce çeşit hayvan da kuzey ufkumuzu örtmüştü. Artık savaşta güç dengesi sağlanmış, hatta taze kan bize geldiği için biz daha hevesle savaşmaya başlamıştık. Bu arada Hira-san’ın ciddi kılıç yarası almış ve içeride büyücü tarafından tedavi edilip daha korunaklı bir mevzide savaşmaya başlamıştı. Onun dışında, Daidoji-kun’un da aynı benim gibi, hafif yaralanmalar ve delicesine yorgunluk ve susuzluk dışında pek bir şikayetinin olmadığını görüyordum, ama adamlarımızın yarısından çoğu hayatlarını kaybetmişti.

20 Haziran 1043, Salı:
Gün ağarırken sağanak yağmur başlamış, her yer çamur ve kanla kaplanmıştı. Bu arada düşman da iyice azalmış, geriye kalan yaratıklar korkuya kapılıp gerilemeye başlamıştı. Bu gerileme güneşin doğuşuyla beraber kaçmaya dönüştü ve öğle vakti zafer bizim oldu. Güneş, tam tepemizde, olanca gücüyle tepeleri ve düzlükleri aydınlatıyor ve ona eşlik eden, üstümüzde asılı muhteşem bir gökkuşağı zafer takı gibi göğü süslüyordu.

•Son•

Aslı Bülbül


Devamını okuyun...>>

17 Mart 2008 Pazartesi

Legend of the Five Rings – Bölüm 3

14 Haziran 1043, Çarşamba:Gece karanlığının yerini gün ışığına bırakmaya hazırlandığı, buz gibi soğuk ve yağmurlu bir vakitte, yolumuzun üzerindeki açıklıkta, handa bizi tehdit eden samuraylar olduğunu düşündüğümüz dört tane karaltı gördük. Hepsi de ağaçların altına serilmiş, hala uyuyor gibiydiler. Hira-san’ın gözlerindeki hiddeti ve eli okuna giden Daidoji-kun’u gördüğümde, görev arkadaşlarıma dönüp “Bunlar onlar.” dememe gerek kalmadığını anladım. Demirhane’den ayrılıp Daimyo’yla görüşmek için yola koyulduğumuzdan beri yanımızdan ayrılmamış sadık hizmetçilerimizi tehlikeden uzakta, ağaçların arkasında bıraktık. Sessizce yaklaştık ve herkes gözüne kestirdiği hedefe yöneldi, kıyım başlamıştı.

O karışıklıkta samuraylardan birinin oku benim hizmetçime kadar ulaşıp onu öldürmüştü, ama shugenja kendini korumaya çalışırken ben ve Daidoji-kun da birer samuray öldürmüştük, Hira-san da diğer ikisini deyim yerindeyse parçalamış, ama kendisi de sağ bacağından kötü şekilde yaralanmıştı. Tam ona yardım etmeye koşacakken arkamızdan bir inilti geldi, samuraylardan biri henüz ölmemiş, can çekişiyordu. Bu onu sorgulamak için iyi bir fırsattı. Samurayın yanına koşan Daidoji-kun onu yakasından tutup hafifçe silkeleyerek, “Sizi bize kim gönderdi, samuray? Yanıt verirsen ölümün daha acısız olur.” dedi. Bu arada hepimiz samurayın çevresinde toplanmış, vereceği yanıtı merakla bekliyorduk. Samuray herhangi bir şey söylemek yerine pis pis sırıttı. Tam can vermek üzereyken görünümünde bir tuhaflaşma oldu, zaten kara olan gözleri iyice karardı ve küçülüp böcek gözlerine dönüştü. Parmakları uzayıp değişik biçimler aldı, derisinin görebildiğimiz bütün kısmı kıllarla kaplandı ve kanının yerini yeşil bir sıvı aldı. Bu adam bir samuray değildi, bir canavar da değildi, çok daha kadim bir kötülük saklıydı içinde...

Samuray sandığımız bu sihirli yaratığın öldüğünden emin olunca öldürdüğümüz diğer samuraylara baktık. Tam da düşündüğümüz gibi, onlar da büyük ve iğrenç böceklere dönüşmüşlerdi. Bu işin içinde nasıl bir güç varsa, sihri kötülük için kullanıyordu ve bu yaratıkların klanlar arasındaki topraklarda, samuray kılığında rahatça dolaşabildiğine ve Demirhane’nin sorunundan haberdar olduğuna bakılırsa, karşımıza onlardan daha çok çıkacaktı.



Hira-san’ın emriyle hizmetçisi cesetlerden birini yanımızda yedek olarak taşıdığımız geniş bir kumaşlara sardı, bu böceklerin bize savurduğu tehditlerden sonra bu ceset bizim Demirhane’ye giriş vizemiz olacaktı.

Yola koyulduğumuzda yağmur yerini ılık bir güneş ışığına bırakmış, öğlen olmuştu. Birkaç saatlik yolculuğumuzun ardından gece vakti Demirhane’ye ulaştık. Bu, görevlendirildiğimizden beri Demirhane’ye üçüncü kez geliyorduk ve bu sefer hiç olmadığımız kadar tedirgindik. Kendi içimdeki gerginliği arkadaşlarımın gözlerinden de okuyabiliyordum, bazı şeyler açıklığa kavuşmak üzereydi ve gece henüz bitmemişti...

Demirhane’nin içinden uğultu halinde gelen konuşma ve çekiç sesleri insanların hala ayakta olduğunu gösteriyordu. Biz Demirhane’nin büyük giriş kapısına yaklaşırken garip bir şey oldu ve nöbetçi samuraylardan biri dostane bir tavırla bize doğru koştururken diğeri, yüzü fener ışığından anlaşıldığı kadarıyla bembeyaz olmuş halde Demirhane’nin arka kapısına doğru koştu. Bu hiçbirimizin dikkatinden kaçmamıştı elbette, ellerimiz katanalarımızda, tetikteydik. Yaklaşan samuray; “Buyurun efendim, içeri buyurun.” dedi ve yanımızdaki, kumaşa sarılı cesedi görünce birden dehşetle irkildi. Bizimle göz göze geldi ve hiçbir şey söylemeden bir-iki geri adım atarak yol verdi. İçeri girip eşyalarımızı odalarımıza taşıdıktan sonra, daha dinlenmeden cesedi de alıp Baş Mühendis’in yanına gittik. Alışılmışın aksine, o saatte ziyafet salonundaki kalabalık henüz dağılmamıştı, bizim geldiğimizi ve yanımızdaki cesedi haber almış olmalıydılar. Baş Mühendis içeri girdiğimizi görür görmez telaşlı adımlarla yanımıza geldi; “Akrep Klanı’nından ne haber var sevgili dostlarım? Duyduğuma göre bir de ceset varmış yanınızda.”

Konuşmayı Hira-san yaptı ve Akrep Klanı’nın Daimyo’suna gelen mektup ve çarşaftan söz edip onları göstermeden önce Baş Mühendis’e kızını salondan çıkarmasını söyledi. Bizce de, şimdilik herhangi bir suç işlediği kesin olmayan masum bir insanın bu olanları duymasına ve mektupla çarşafı görmesine gerek yoktu. Dönüşte başımıza gelenleri de Daidoji-kun anlattı, ben de en son suçlu kim ya da hangi klan olursa olsun bütün bu olanlardan dolayı klanım adına özür diledim.

“Peki, ceset diyordunuz...” dedi Baş Mühendis. O esnada salona arka kapıdan birkaç samuray eşliğinde Baş Muhafız girdi. Baş Muhafız soluk yüzlü, donuk bakışlı, sakin görünümlü bir adamdı. Onu daha önce bir kez, Demirhane’ye ilk geldiğimizde şerefimize verilen yemekte görmüştük, ama bu görüşümüzde dikkatimi çeken bir şey oldu; bu adamın gözleri öldürdüğümüzde böceğe dönüşen samurayların gözlerini andırıyordu, onlara bakmak kanımı dondurdu. Sessiz sakin duruşuna rağmen bir şeyler çevirdiği hissine kapıldım, ama biz samuraylar için hislerden çok kanıtlar önemlidir ve şu an için elimizde bu adamın masumiyetini lekeleyecek hiçbir kanıt yoktu. Baş Muhafız ilerledi ve Baş Mühendis’in birkaç metre gerisinde durdu. “...bu böceği nerede bulup öldürdünüz?” diye devam etti Baş Mühendis. O ana kadar suskun kalmış olan shugenja, kendi uzmanlık alanıyla ilgili olan bu soruyu cevapladı; “Bu böceği biz bulmadık, efendim, o bizi buldu ve bulduğunda da henüz bir samuray suretindeydi. Ölüm anında özüne dönen bu samuraydan üç tane daha vardı, ki onları da geride bıraktık. Bütün bu yaratıklar doğanın içinden değildir, efendim, hepsi doğanın karşısındaki güçten; kadim iblislerden gelmedir ve kanımca bu topraklarda onlardan daha çok var.” Shugenjanın bu sözleri ziyafet salonunda gözle görülür bir korku ve telaş fırtınasına neden oldu. Dört bir yandan fısıltılar geliyor, insanlar ya salonu boşaltıyor, ya da salonun içinde koşar adım bir o yana, bir bu yana gidip arkadaşlarıyla bu konuyu tartışıyordu. Baş Muhafız ve çevresindeki samuraylar ise hiçbir şey konuşmadan öylece durmuş, böceğe bakıyorlardı.

“Sessizlik!” diye bağırdı Baş Mühendis. Endişeli gözlerinden yorgunluk akıyordu. O anda Daidoji-kun’la aklımıza bir fikir geldi. Hira-san ve shugenja salondaki kargaşayı dindirmede Baş Mühendis’e yardımcı olur ve onu sakinleştirirken Daidoji-kun ve ben Baş Mühendis’in kızıyla çarşaf ve mektup konusunu özel olarak görüşecektik. Onlar da bu düşüncemize katıldılar ve biz kapıya yöneldik. Çıkarken elimde olmadan dönüp Baş Muhafız’a baktım ve göz göze geldik. Samuray olmama rağmen korku hissinin içimde bu kadar çabuk büyüyebilmesine şaşırmış bir halde, dışarı çıktım.

Baş Mühendis’in kızına bakıcısı aracılığıyla ulaştık. Yaşlı ve sevimli kadın bizi kızın odasına götürürken önce hanımının uyumuş olabileceğini söyleyerek bizi caydırmaya çalıştı, belli ki ona bir zarar vereceğimizden endişeleniyordu; ama biz vazgeçmeyince neden onunla konuşmak istediğimizi sordu, bunun üzerine biz de çarşafı ve mektubu önce ona gösterdik. Bakıcı kadın dehşet içinde; “Hayır, hanımım asla böyle bir şey yapmış olamaz! Onu çok iyi tanırım, bu kesinlikle ona, babasına, Demirhane’ye, hatta bütün Yengeç Klanı’na karşı hazırlanmış bir komplo!” diye bağırdı. Onu sakinleştirdik ve mektuptaki el yazısının tanıdık gelip gelmediğini sorduk. Mektuba bir daha, bu sefer dikkatle baktı. Zavallı kadıncağızın yorgun elleri sinirden tir tir titriyordu. Bir müddet sonra yüzü hafifçe beyazladı, ama bize hiçbir şey söylemeden adımlarını hızlandırdı ve hanımının odasının kapısını tıklatmadan hızla açtı. Kızcağız başını iki elinin arasına almış, yatağının üzerinde düşünceli halde otururken yerinden sıçradı, bakıcısının neden böyle davrandığına bir anlam veremedik, belki de onun bütün bu olanlara dayanacak gücü kalmamıştı.

“Hanımım, affedersiniz,” dedi, mektubu ikiye katladı ve ilk paragrafını kıza gösterdi. “Bu yazı size tanıdık geliyor mu?” Doğrusu akıllı kadındı, çünkü mektup, kızın konuyu anlayamayacağı kadar normal bir şekilde, “Soylu Akrep Klanı’nın saygıdeğer Daimyo’suna, bu mektupta bahsedeceğim şeyler sizi ne kadar üzecek olsa da, gerçekleri bilmenin en doğal hakkınız olduğuna inanıyorum.” diye başlıyordu. Baş Mühendis’in sevimli kızı baktı, baktı, sonunda tek bir şey söyledi; “Tanıyorum.”

Hemen yanına koşturduk. “Kim peki?” diye sorduk. Bakıcı kadın bizi eliyle durdurdu ve kızın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Kız geri çekilip başını salladı, ama hala bakıcısının niye böyle endişeli göründüğünü anlamış gibi durmuyordu. Sonra ikisi de bize baktılar. Bakıcı, “Baş Muhafız,” dedi, “bu yazı yanılmıyorsam Baş Muhafız’ımıza ait.”

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Demek bütün o hissettiklerim doğruymuş.” diye düşündüm. Yine de biz samuraylar suçluyu yakalayıp cezalandırmakta ne kadar hızlıysak, kişinin suçlu olduğundan emin olmakta da o kadar yavaşızdır. Daidoji-kun’la, bakıcı ve hanımından bizi Baş Muhafız’ın odasına gizlice sokmalarını istedik. Böylece daha fazla yazı örneği bulabilirdik. “Memnuniyetle.” dedi bakıcı kadın ve bizi aceleyle bir üst kata çıkardı. Geniş bir koridorun sonunda, soldaki odanın önünde durdu, yanında onu koruyacak bizler olmasına karşın kaygıyla geldiğimiz yolu süzdü ve belindeki kuşakta bulunan anahtarlardan kömür rengi olanını çıkardı. İşte kapı açılmıştı.

Hızla içeri girdik ve fazla zaman harcamamıza gerek kalmadan -Baş Muhafız’ın masasının üstü yazılı kağıtlarla doluydu- yazının gerçekten de ona ait olduğunu anladık. Bir samuray olmama rağmen içimdeki heyecanı artık dizginleyemiyordum. Daidoji-kun’la göz göze geldik, o da aynı hissi paylaşıyor olmalıydı. Bu gece kan dökülecekti. Masadan bir yazı örneği alıp odadan çıktık.

Baş Muhafız’ın casusluk yaptığı için suçlu olduğundan ve mektupta yazanların yalan olduğundan emindik, ama yine de onun canını almadan önce Baş Mühendis’in kızıyla yüzleştirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden hanımefendiyi de alıp dördümüz ziyafet salonuna girdik, benim elimde mektup, Daidoji-kun’daysa çarşaf vardı ve dördümüz birden Baş Muhafız’a baktık. Onun gözlerinde ilk defa korkuyu gördüm ve bu hoşuma gitti.

Hiçbir şey söylemeden önce Hira-san ve shugenjanın yanına gittik ve iki yazının aynı karaktere sahip olduğunu onlara da gösterdik. “Ne demek oluyor bütün bunlar?” diye gürledi Hira-san. Daidoji-kun onun kolundan tutup sessiz olmasını işaret edince de mırıldanarak devam etti: “Bu ikinci yazı da kimin?” Hira-san gibi fevri davranan bir samurayla konuştuğumu unutarak “Baş Muhafız’a ait.” diye fısıldadım. Hira-san’ın gözleri parladı. Artık Baş Mühendis’in kızıyla Baş Muhafız’ı yüzleştirecek zamanımız olduğundan o kadar emin değildim. Biz Hira-san’ın önünde; o, Baş Mühendis’in sol yanında ve Baş Muhafız’la adamlarıysa Baş Mühendis’in sağ arkasındaydı. Kılıç sanatında hamleler başlayıp da yetenekler konuşturulmadan önce önemli olan tek bir şey vardır, rakiplerin konumları. Neler olacağını kestiriyor gibiydim. Acıyla gözlerimi yumdum.

Hira-san bir eli katanasının sapında, diğer elinde iki yazıyla Baş Muhafız’a döndü. “Konuş bakalım, Demirhane’nin koruyucusu.” dedi. “Acaba masumiyetine inanmalı?” “Dediklerinizden hiçbir şey anlamadım.” dedi Baş Muhafız oldukça sakin bir tavırla, oysa Hira-san hiddetten kıpkırmızı olmuştu. Oldukça kaygılandım ve benim de elim tedbir olarak katanama gitti. “Anlamayacak bir şey yok!” diye bağırdı Hira-san. “Demirhane’yi daha ne kadar kendi çıkarların için kullanmayı düşünüyordun? Bu mektubu yazan da, Akrep Klanı’na yollayan da, evlilik anlaşmasını bozan da, Demirhane’nin malzemesiz kalmasına sebep olan da, iki gün sonra düşmana karşı duran duvarın yıkılmasını isteyen de sensin! Bu kızcağız evleneceği erkeğe olan saygısını başka hangi erkeklerle bozmuş olabilir?” Arkadan Baş Mühendis’in kızı hafif bir çığlık attı. O ana kadar olanları şaşkın halde izlemekle yetinmiş olan Baş Mühendis arkasına döndü ve gözlerinden alevler saçarak Baş Muhafız’a baktı. “Nedir bütün bunlar? Koynumda bir yılan mı beslemişim, ya da yılanlar?” diye titreyerek konuştu. Baş Muhafız, oldukça şaşırmama neden olarak sakinliğini korudu ve “İnandığım yoldan bugüne kadar asla sapmamışımdır, efendim,” diye mırıldandı, “ve sapmam da!” Cümlesinin devamını hiddetle söylemişti ve daha biz ne olduğunu anlayamadan buları söylerken katanasını çekmiş, ona hayretle bakmakta olan Baş Mühendis’in kafasını uçurmuştu. Korktuğum şey olmuştu işte. Yanımızdaki zavallı kızı bir inilti koyuverdi ve dizlerinin üstüne çöktü. Şimdi onunla ilgilenmeye zaman yoktu. Hira-san çoktan bütün gücüyle Baş Muhafız’a saldırmıştı, biz de Baş Muhafız’ın adamlarıyla dövüşmeye başladık.

Oldukça kanlı olmasını beklediğim bir dövüştü bu, ama hiç de öyle olmadı. Çünkü Baş Muhafız da dahil, bütün samuraylar ölürken ortalığa yeşil sıvılar saçan böceklere dönüştüler. Hepsini öldürdüğümüzde salondaki insanların çoğu dehşet içinde kaçmaya başladı; daha ne olduğunu anlayamadan ekmek kapıları olan Demirhane başsız ve korumasız kalmış, üstelik yapıyı korumaları beklenen insanlar iğrenç böceklere dönüşerek özlerinde ne tür bir kötülük olduğunu ortaya çıkarmışlardı. O an Demirhane’nin artık bütünüyle bize emanet olduğunu anladık. Kargaşayla çalkalanan ortamı eski huzuruna kavuşturabilmek için hemen orada görev dağılımı yaptık. Hira-san Demirhane’nin diğer muhafızlarını bulup içlerinde kara büyü olup olmadığını araştırmak için yanımızdan ayrıldı, Daidoji-kun insanları sakinleştirmek ve onların yeterince bilgilendirilmeden dağılmalarını önlemek için kapılara koşturdu, ben de cesetleri dışarı, açıklığa çıkarıp yakacaktım, tabii Baş Mühendis’inki hariç. Zavallı adamcağız, güzel bir töreni hak ediyordu. Kızı ise arkamda hıçkırıklarla sarsılıyor, ona sarılmış, onu teselli etmeye çalışan bakıcısı da göz yaşlarıyla ona eşlik ediyordu. O an aklıma gelen tek şey, Uyuyan Orman’daki mutantın söyledikleri oldu; “Asıl kötülük Demirhane’nin içinde.” Haklı çıkmıştı.

15 Haziran 1043, Perşembe:
Daha dün sabah, ortalık henüz alaca karanlıkken ve biz, bizi tehdit eden samuraylara saldırmamışken artık görevimizin zor kısmının bitmiş olduğu hissine kapılmıştım. Oysa, şimdiki alaca karanlıkta bizim için görevin daha yeni başladığını anladım. Bir süre, iç çekerek cesetlerin yanışını izledim. Çarşambayı perşembeye bağlayan gece Demirhane uyumamıştı, bir daha da ne zaman huzur dolu bir rahatlığa kavuşacağını ancak Amaterasu bilirdi. Birden uzaktan bir kafilenin yaklaşmakta olduğunu gördüm ve meraktan çok endişeyle, çökmüş olduğum sur dibinden kalkarak ileri atıldım. Kafilenin başını dev bir atın üzerindeki samuray çekiyor ve elinde Akrep Klanı’nın armasını taşıyordu. Bu Demirhane’ye malzeme taşıyan kafile olmalıydı. İçeri koşturup savaş malzemelerini denetlemekte olan Hira-san’a ve onun yanında oturmuş, Baş Mühendis’in kızıyla konuşmakta olan Daidoji-kun’a haber verdim. Onlar da dışarı koşturdular. Büyük zahmet ve yorgunlukla geçen şu son birkaç saatin en sevindirici olayı bu olmalıydı. Ne de olsa güney sınırındaki duvar çökmek üzereydi ve orada savaşan askerlerin yedek cephanesi bitme noktasına gelmişti. Bu kafile, başta Yengeç Klanı olmak üzere bu topraklarda yaşayan bütün klanlar için hayat öpücüğü olmuştu.

Kafileyi içeri buyur ettik ve malzemelerini taşıyıp dinlenmelerine yardımcı olduk. Akrep Klanı’na mensup bir samuray olduğum için ben ayrıca mutlu olmuştum. Ne de olsa son yaşanan skandallar ve tatsızlıklar şimdi topraklarında ikamet ettiğimiz Yengeç Klanı’nın klanıma hiç olmadığı kadar kötü gözle bakmasına sebep olmuştu.

Kafileyi uğurlayıp malzemeleri güney sınırına ulaştıracak atlı birliği düzenlediğimizde öğlen olmuştu. Birliği sınıra malzeme taşımışlığı olanlar arasından seçmeye özen gösterdik. Bu konuda en deneyimli olduğu söylenen samuraya göre, malzemeler sınıra en erken iki gün içinde taşınabilirdi. Bu da, malzemeler sınıra ulaştığında duvarın çoktan yıkılmış olacağı anlamına geliyordu. Her şeyi zaman gösterecekti, ancak böyle düşünüp durmak da olmazdı. Eğer duvar yıkılırsa, savaş alanına gitmişliğimiz olmadığı için bizim hiç görmediğimiz, ama hakkında şimdiden birçok efsane duyduğumuz kadim kötü güçlerin hizmetindeki devasa yaratık ordusu üç gün sonra burada olacaktı. Bu düşünce o kadar korkutucuydu ki, dünya üzerindeki diğer bütün kötülükleri gölgeliyordu. Böyle bir ordunun durdurulamaması ve klanların paylaştığı topraklarda dolaşması demek, bütün klanların yok olması demekti. Bütün bu düşüncelerle çalışıp Demirhane’yi büyük bir savaşa hazırlamadan önce, hepimiz biraz dinlenmeye çekildik.
Aynı günün gecesi:
Görev arkadaşlarım ve ben dinlenip ayaklandığımızda çoktan gece olmuştu. Demirhane’nin donatılması işini beraber, gözetilmesi işini ise nöbetleşe yapmaya karar verdik ve çalışmaya dağıldık. Artık bizim için gündüz ve gece kavramlarının pek bir önemi kalmamıştı, bütün derdimiz güney sınırındaki düşmanın orada ya da burada yok edilmesiydi.

16 Haziran 1043, Cuma:
Benim, arkadaşlarımın ve Demirhane’deki insanların hayatlarındaki en sıkıntılı gün eminim bugün olmuştur. Bekleyiş denilen his en kötüsü. Keşke bazı şeyler, kötü de olsa kesin bir sonuca varsa artık. Bu düşüncemi Hira-san’la paylaştığımdaysa; “Evet, çok kötü geçmekte olan bir gün, ama bir samuray hep daha kötülerini görüp onları iyi geçirmek için yaşamalıdır.” dedi. Söylediğinin anlamını bu gergin halimle kavramam biraz uzun sürdü, anladığımdaysa Hira-san’ın kesinlikle benden daha iyi ve azimli bir samuray olduğu hissine kapıldım, asıl samuraylar sanki savaşçı Yengeç Klanı’ndan çıkıyordu. Yengeç Klanı’nın görüşü hep onurunun ve kurnazlılığının kurbanı olan Akrep Klanı üyelerinin zor zamanlarda birlik olup mücadele edecek gücü zor bulduğu yönünde olmuştur. Artık bu görüşe saygı duymakla birlikte, bunu yıkacak gücü içimde umutsuzca arıyordum.

•3. bölümün sonu•

Aslı Bülbül

Devamını okuyun...>>

16 Mart 2008 Pazar

Legend of the Five Rings – Bölüm 2

11 Haziran 1043, Pazar:
Gün aydınlanmaya başlamıştı ve elimizde, Uyuyan Orman’a içimiz rahat halde girmemiz için hiç de fazla bilgi yoktu, ama bunu yapmak zorundaydık. Sık ağaçlarla kaplı, karanlık ormana girip aydınlık dünyayı geride bırakmadan önce, büyücü bizi çevresinde topladı ve kutsamaya başladı. Vakit kaybetmemek çok önemli olduğu için biz de aynı anda hizmetçilerimizin yardımıyla zırhlarımızı kuşanıyorduk. Geçen iki saatin ardından artık ormana girmeye hazırdık. Atlarımızı hizmetçilerle geri gönderdik ve Uyuyan Orman’ı uyandırmamayı umarak karanlığa adım attık.

Orman içinde artık kaybolduğumuzu düşünmeye başlayacak kadar ilerledikten sonra, büyücü bize dönüp “ormanın gerçekten de çeşitli ruhlarla, çok farklı güçlerle dolu olduğunu, hepsinin seslerini içinde hissettiğini, ama bu seslerin hiçbirinin kulağa kötü gelecek türden olmadığını” söyledi. Bu bizi biraz rahatlatmıştı, ta ki ben yaklaşık yarım saattir yanımızdan akıp gitmekte olan cılız derenin karşı tarafında, orta boylarda bir tilkinin bir ağacın kenarında durmuş bana baktığını görene kadar. Çaktırmadan dönüp arkadaşlarıma baktım, hiçbiri tilkiyi fark etmemişti. Bir ormanda bir tilkiyle karşılaşmak hayret verici bir şey değildir, ama bu şekilde anlamlı gözlerle bakabilen, hatta konuşmak üzereymiş izlenimi veren bir tilkiyle karşılaşmak bazen dehşet verici olabilir. Nitekim benim durumum da öyleydi. Hızla büyücünün yanına gittim ve ona tilkiyi işaret ettim. Tilki bu esnada bizden uzaklaşmaya, “doğu” olduğunu tahmin ettiğimiz yöne gitmeye başladı. Hepimiz tilkinin bizi bir yere götürebileceği konusunda hemfikir olunca onu izlemeye koyulduk ve kısa bir süre sonra oldukça geniş, ağaçsız ve sınırları adeta taşlarla belirlenmiş bir açıklığa çıktık. Bu açıklığın ortasında el yapımı olabilecek kadar düz hatlara sahip bir taş ve bu taşın önünde yere oturmuş, hareketsiz, minik, sırtı bize dönük, beyaz bir figür duruyordu. Ona yöneldiğimizde bu figür sırtı hala bize dönük şekilde ayağa kalktı ve hiç de “minik” olmadığı ortaya çıktı, bizim boylarımızdaydı. Biz iyice yaklaştığımızda “Ha? Kim var orada? Ormanda kim olabilir?” dedi. Garip bir ses tonu vardı, çünkü, bize doğru döndüğünde anladık ki, o ne de olsa bir kuştu.


Vücudunun geri kalan kısmı bizimki gibi olmakla beraber kafası tam bir kuşunkine aitti. Küçük gözleri ve ağzı yerine upuzun bir gagası vardı. Ona bizi oraya bir tilkinin getirdiğini ve sonra gözden kaybolduğunu söylediğimizde “Ah, o mu, onun kulağını biraz daha çekmem gerekecek anlaşılan.” diye sızlandı. Uyuyan Orman’dan püskürtülen köylülerden bahsettiğimizde de “Efendiler, bu orman tabii ki de kutsaldır ve bu ormana zarar vermek, hatta girmek bile yasaktır. Sizin buraya kadar gelebilmiş olmanız iyi ruhların iradesine bağlı. Üzgünüm, bu orman ağaçlarını köylülere geçici de olsa kullanmaları için veremez. Siz de burada daha fazla oyalanmasanız iyi olur. Bir kötülük bekliyorsanız bu ormandan beklemeyin. Asıl kötülük Demirhane’nin içinde. Aradığınız çözüm, sorunla aynı yerde.” dedi. Zaten tam bu sırada uzaklardan gelen garip ve güçlü bir kükreme sesi, etrafımızdaki ağaçlarda konaklayan envai çeşit kuşu havalandırarak, ormandan çıkmamızın gerçekten de “iyi” olacağını gösterdi. Bu kükreme bizimle konuşan mutantı da telaşlandırmışa benziyordu. “O-oo, uyandırdık işte. Haydi gidin buradan.” dedi ve çekinmesine rağmen kükremenin geldiği yöne doğru uzaklaştı.

Biz de bir an önce oradan uzaklaşmak için hızla ormana geri girdik. Hangi tarafa gideceğimizi bilmiyorduk, sadece şimdi kükremeyle aynı yönden gelen ve ufak çapta sarsıntı yaratan ayak seslerinden kaçmaya çalışıyorduk. Ama peşimizden gelen her ne idiyse bizden daha hızlı olmalıydı, ayak sesleri gitgide yaklaşıyordu. O an Hira-san durdu ve birden en yakınındaki ağaca çıkmaya başladı. Bir yandan da bize şöyle seslendi: “Bence artık daha fazla kaçmanın anlamı yok. Savaşma zamanıdır. Önerim yaklaşan tehdidin boyutlarını düşünerek sizlerin de yükseğe çıkmanızdır.” Daidoji-kun kaçmaya devam edeceğini, ormanın çıkışının yakınlarda olduğuna inandığını söyleyerek orada bizlerden ayrıldı. Büyücüyse yere çömelmiş ve ağaca tırmanmakta olan Hira-san’ı kutsamaya başlamıştı. Ben ne olup bittiğini anlayamadan, aniden dağılmış olan grubumuzu düşünerek bir süre öylece bekledim, sonra artık iyice yakınımızda olan ayak sesleri beni kendime getirdi ve ben de bir ağaca tırmanmaya başladım.

Tam beni tartacak bir dal bulup yaklaşan şeyi görmek için arkamı döndüğümde yüreğimi ağzıma getiren bir manzarayla karşılaştım; bir yandan büyücü de bir ağaca tırmanmaya çalışıyor, öte yandan Hira-san kendisinden sadece üç-dört metre kadar uzaktaki, gözlerini dikmiş ona bakan, irice, ejderha benzeri, kalın derisi pullarla kaplı bir yaratığa saldırmak için katanasını çekiyordu. Yaratık tam Hira-san’a saldıracakken o, bir daldan destek alarak yaratığın sırtına atladı. Hira-san hem kambur yaratığın sırtında durmaya çalışıyor, hem de katanasını durmaksızın hayvanın sırtına saplıyordu. Bu arada dengesini kaybetmiş olan yaratık dosdoğru benim üzerime geliyordu. Hemen yayıma davrandım ve yaratığın iki gözünün ortasına nişan alarak bir ok attım. Ok hedefini vurmuştu ve hem iki gözünün ortasındaki, hem de sırtındaki acıya daha fazla dayanamayan yaratık, sık ağaçları yer yer devirip yer yer yana yatırarak diz çöktü. Yaratığın daha fazla saldıracak hali kalmamıştı, buna rağmen Hira-san hızını alamamış ve öfkesini dizginleyememiş bir halde katanasını hayvanın sırtına saplamaya devam ediyordu. Artık can vermek üzere olan yaratığın sırtındaki pullar, Hira-san’ın her hamlesiyle biraz daha dağılıyor ve etrafa saçılıyordu. “Hira-san!” diye bağırdım, “Yeter artık, öldü!”

Bunun üzerine ben ve büyücü çıkmış olduğumuz ağaçlardan indik, büyücü eline yaratığın yere saçılmış olan pullarından birini aldı, Hira-san katanasındaki kanı temizledi ve Daidoji-kun’u bulup ormandan çıkmak üzere yola koyulduk. İlerledikçe karanlığın azaldığını fark edip hızlandık. Ormanın çıkışına ulaştığımızdaysa Daidoji-kun’un hemen ilerideki bir taşın üzerine oturmuş, bizi beklemekte olduğunu gördük. Yanına gittiğimizde Hira-san’ı sinirden deli edecek şekilde, şöyle mırıldandı: “O yaratık zararsızdı. Sadece kendisini korumak için, içgüdüsel olarak size yaklaştı. Siz de benim gibi kaçmış olsaydınız boş yere masum bir doğa yaratığını, Uyuyan Orman’a ait bir canlıyı öldürmüş olmazdınız.”

Gece yaklaşıyordu. Aşağı, köylülerin kamp yaptığı alana indik. Bizi fark eden köylüler merakla yaklaşırken büyücü de yanında getirdiği pulu çıkardı ve onlara göstererek: “Bakın,” dedi, “Uyuyan Ormanda kötü ruhlar olabilir, ama sizi tehdit edecek somut bazı şeyler de var. Bundan sonra ormana kesinlikle girmeyin.” Ben de ekledim: “Sadece biraz sabırlı olun, sizin için başka bir çözüm yolu bulacağız. Ne de olsa bunun için görevlendirildik.” Köylüler uzaklaşırken kendi aramızda bir sonraki durağımızın neresi olacağını konuştuk. Elimizdeki tek bilgi Uyuyan Orman’daki mutantın söyledikleriydi. “Asıl kötülük Demirhane’nin içinde. Aradığınız çözüm, sorunla aynı yerde.” Biz de Demirhane’ye geri dönmeye karar verdik.

12 Haziran 1043, Pazartesi:
Sabah saatlerinde Demirhane’ye geri döndük ve ormanda başımıza gelenleri Baş Mühendis’e anlattık. Uyuyan Orman’dan da bir fayda gelmeyeceğini anlayan Baş Mühendis iyice ürkmüş görünüyordu. Biz de Akrep Klanı’nın Daimyo’suyla görüşmek üzere Yengeç Klanı’nın topraklarından ayrılmaya karar verdik. Duvarın yıkılmasına aşağı yukarı dört gün kaldığı düşünülürse önümüzde bizi bekleyen uzun bir yolculuk vardı, ama çalacak başka kapımız yoktu. Baş Mühendis’e sabırlı olmasını ve iki gün sonra geri dönmüş olacağımızı söyleyerek Demirhane’den ayrıldık.

13 Haziran 1043, Salı:
Günün erken saatlerinde Daimyo’nun huzuruna kabul edildik. Benim klanımın topraklarında bulunduğumuz için öne çıkıp saygıyla eğilip konuşan ve durumu anlatan ben oldum. Yengeç Klanı topraklarındaki Demirhane’nin zor durumunu anlatmam ve bu durumu hafifletmek için Akrep Klanı’nın malzeme göndermeye devam etmesi talebim Daimyo’yu kızdırmış görünüyordu, ama onun için bardağı taşıran son damla, oğluyla Demirhane Baş Mühendisi’nin kızı arasında gerçekleşecek evliliği neden iptal ettiğini sormam oldu. Oturduğu görkemli, tahtı andıran koltuktan hiddetle ayağa fırlayan Daimyo: “Barış, huzur ve zor günlerde yapılması gereken dayanışmayla ilgili söyledikleriniz beni derinden etkiledi, samuray. Ancak benim oğlum gibi ahlakı ve onuruyla yaşayan bir insana o fahişeyi mi uygun görüyorsunuz?” diye bağırdı. Hepimiz dehşet içinde kalmıştık. Zira, bizim gördüğümüz kadarıyla Baş Mühendis’in kızı, bu dünyada fahişelikten en uzak olan kişiydi. Özellikle de Yengeç Klanı’na mensup Hira-san, Daimyo’nun bu sözleri karşısında patlamaya hazır bir volkan gibi görünüyordu. Ona sakin olmasını ima eden bir bakış attım ve Daimyo’ya dönerek sordum: “Söz konusu kişinin fahişeliğiyle ilgili nasıl bir malumatınız var, Daimyo hazretleri?”

Bunun üzerine Daimyo yanındaki hizmetçisine başıyla işaret verdi ve arkadaki bir odaya yönelen hizmetçi kısa süre sonra elinde örtüye benzer bir şey ve bir mektupla çıkageldi. “İşte,” dedi Daimyo bize hizmetçinin getirdiklerini hırsla uzatırken, “bu fahişelik değil de nedir?” Söz konusu “bu” bir adet kanlı çarşaf ve bir mektuptan oluşuyordu. Mektup da şöyle bitiyordu: “Oğlunuzun evleneceği kişi ona layık olacak kadar masum ve temiz olmayabilir.”

Söyleyecek hiçbir şey bulamıyorduk. Öncelikle soğukkanlılıkla bu mektubu kimin yolladığını ve mektupta yazanların doğruluğunu öğrenmemiz gerekiyordu. Hira-san dayanamayıp sordu: “Mektubu buraya kim getirdi?” “Yengeç Klanı’ndan bir samuray.” dedi Daimyo. “Peki kendisi şu anda nerede?” “Mektubu verdiği an oğlum onun kafasını uçurdu.” Hira-san’ın Daimyo’ya saldıracağını ve her şeyin karmakarışık bir halde sona ereceğini düşündüğüm kısa bir sessizliğin ardından dayanamadım ve Daimyo’ya doğruluğundan henüz şüphe edilebilecek bir bilgi için bu kadar sinirlenmemesini söyleyerek ve güney sınırındaki duvarın yıkılması durumunda bundan bütün klanların etkileneceğini belirterek onu Demirhane’nin çalışmaya bir süre daha devam edebilmesini sağlayacak malzemeyi göndermeye ikna ettim. Biz de yine Demirhane’ye dönüp bu olayı araştırmak için çarşaf ve mektubu yanımıza alarak akşam vakti oradan hızla ayrıldık.
Aynı günün gecesi:
Klanların arasındaki bu topraklarda bir oraya, bir buraya savruluşumuz ve genel soruna hala kalıcı bir çözüm bulamamış oluşumuz, üstüne üstlük duvarın dayanabilmesi için tahmini üç gün kalmış olması bizi biraz yıpratmıştı. Bu yüzden olacak, görev arkadaşlarım, “Bayushi-kun, Akrep Klanı topraklarındayız ve sen ki bu klandansın, yakınlarda bizleri götürebileceğin, dinlenebileceğimiz bir han var mıdır?” diye sordular. Akrep Klanı’ndan olmama rağmen görev dışında evimden pek çıkmışlığım yoktu, aklıma bize iki-üç saat uzaklıkta bulunan tek bir han geldi ve oraya yöneldik.

Hana girdiğimizde, artık alıştığımız üzere, bütün gözler bize çevrildi. Boş bir masa bulup oturduk, han sahibi hızla yanımıza geldi ve misafirperver bir tavırla siparişlerimizi aldı. Sakesini çabuk bitiren Daidoji-kun dışarı çıkıp hava almak istedi ve Hira-san da ona eşlik etti. Çok geçmeden içeri dört samuray geldi, Yengeç Klanı arması taşıyorlardı. Dosdoğru büyücüyle benim oturduğum masaya geldiler ve bir tanesi öne çıkarak, “Sizleri ne kendi topraklarımızda, ne de Demirhane’de görmek istiyoruz. Kendi iyiliğiniz için oralara bir daha asla uğramayacaksınız. Şimdi çıkın gidin buradan.” dedi. Bir elimle katanamın sapını kavradım ve “Sen kim oluyorsun da imparatorluğun görevlendirdiği, üstelik Akrep Klanı arması taşıyan bir samurayı kendi topraklarından kovmaya cüret ediyorsun?” dedim. “Benim diyeceğim budur. İster uyarı, ister tehdit olarak algılayın. Ancak bir daha karşımıza çıkmayın.” dedi ve hepsi dışarı çıkıp uzaklaştılar.

Hemen ardından içeri Hira-san ve Daidoji-kun girdi. Olup bitenleri anlattığımızda Hira-san hiddetlendi ve onlar fazla uzaklaşmadan peşlerinden gidip öldürmeyi teklif etti. Öldürmenin çözümden çok karışıklık getireceğini düşünmeme rağmen en azından o samurayların neyin peşinde olduğunu öğrenmek iyi olabilirdi. Daidoji-kun ve büyücü de böyle düşünmüş olacak ki, hepimiz farklı niyetlerle aynı yola koyulduk.

•2. bölümün sonu•

Aslı Bülbül



Devamını okuyun...>>