Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz.

İletişim için adminiubkfk@gmail.com.

18 Mart 2008 Salı

Legend of the Five Rings – Bölüm 4

17 Haziran 1043, Cumartesi:Güney sınırında neler olup bittiğinden haberdar olamamak beni yiyip bitiriyordu. Kaç gündür sınıra bir atlı gönderip göndermemeyi tartışıyorduk, benim fikrim göndermek olmuştu, ancak arkadaşlarım bir atlının oraya gidip gelmesinin çok uzun süreceğini, duvar yıkılacaksa da zaten bunun gerçekleşmesine az zaman kalmış olduğunu ve Demirhane’nin konumunun eğer bir düşman ordusu yaklaşacak olursa onu daha buraya ulaşmadan bir buçuk gün önce görebilecek kadar yüksekte ve açıklıkta olduğunu söyleyerek beni avutmuşlardı. Belki de haklıydılar, çünkü bu hesaba göre göndereceğimiz atlının geri gelip haber vermesiyle düşman ordusunun bize saldırması arasında en fazla birkaç saat fark olacak, hatta belki de atlı daha sınıra varamadan yolda devasa düşman ordusuyla karşılaşacaktı.

Böylece beklemeye ve Demirhane’yi hazırlamaya devam ettik. Karanlık bastığında Demirhane’deki asker sayımı ve onlara cephane dağıtımı tamamlanmış, sığınaklar ve depolara gerekli bakım yapılmıştı. Herkes görev yerinde dinlenmeye çekildi. Ben de nöbetçi olduğum batı surunun tepesinde uyuklamaya başladım.

“Efendim, kalkın! Efendim, uyanın efendim, çabuk!” Sıçrayarak uyandığımda başıma dikilmiş, gözleri dehşetle fal taşı gibi açılmış bir asker gördüm. Orada kaç saat uyumuştum bilmiyorum ama, hala geceydi. “Ne oldu? Ne var?” “Bakın efendim, bakın!” Uyku mahmurluğuyla güney yönünü işaret ettiğini gördüğümde birden ürpererek kendime geldim ve bir süre gösterdiği tarafa bakamadım. Çünkü kötü bir şeyler görmekten korkuyordum, ama korkmak gerçekleri değiştirmiyor ya da benden uzaklaştırmıyordu, başımı yavaşça güneye çevirdim.


Güney sınırındaki korkunç geçmekte olduğunu düşündüğümüz savaşı görmemizi engelleyen son sıradağın, yani buradan görülebilecek en güneydeki dağ sırasının üstü alev alevdi ve alevin büyüklüğüne bakılacak olursa, kesinlikle insanların çıkardığı bir alev değildi. Zaten doğayı yakmak bizim inancımıza tersti. Bu, doğaya düşman bir gücün, kadim kötülüğün eseriydi. O an doğaya yapılan bu saygısızlığa karşı öylesine hiddetlendim ki, içimde korkuya ya da sinikliğe yer kalmadı. Artık savaş zamanıydı; doğaya boş yere kıyanlara karşı doğaya mümkün olduğunca az kıyarak kıyım yapmak.

Hemen önümdeki çana asıldım ve deli gibi çalmaya başladım. Benimkinden önce güney çanı zaten çalıyordu, ki orada Hira-san vardı, sonra bizimkilere sırasıyla Daidoji-kun’un bulunduğu doğu çanı ve kuzey çanı katıldı. Büyücü ise içeride, savaşamayacak durumdakileri sığınağa yerleştirmek ve onları kutsamakla uğraşıyordu. Güneş doğmaya başlamıştı.

18 Haziran 1043, Pazar:Doğan güneş, beraberinde hafif bir yağmuru da getirmişti. Öğlene doğru bu yağmur şiddetlendi ve surlarda bırakılan nöbetçiler hariç hepimiz içeri girdik. İçeride, arkadaşlarım ve emrimizdeki askerler arasında, duvarın ne zaman yıkılmış olduğu ve düşmanın ne zaman burada olacağı hakkında hararetli bir tartışma sürüyordu. “Duvarın ne zaman yıkıldığı kimin umrunda?” diye kükredi Hira-san. “Olan olmuş artık. Bir an önce düşmanın miktarını, hızını ve ne zaman burada olacağını hesap etmeliyiz!”

En sonunda düşmanın henüz “tahmin edilemeyecek kadar büyük” sayıda olduğu ve yarın sabaha karşı buraya varmış olacağı kanısına varıldı. Bu dehşet verici bir durumdu; artık zaten öleceğimizi düşünüyor, ölürken hiç olmazsa birkaç iblisi de beraberimizde götürmenin şakalarını yapıyorduk. Hepimizin sinirleri bozulmuştu. Akşamüstü, askerleri son kez iyice dinlenmeleri için odalarına gönderdik ve biz de oturup kendi aramızda yarın sabah için senaryolar ürettik, çeşitli stratejiler hazırladık. Derken Daidoji-kun’un aklına, gidip Uyuyan Orman’daki mutanttan kadim kötülüğe karşı gelebilecek kadim iyi ruhları yardımımıza göndermesini rica etmek geldi, ki bu işe yararsa eğer, harika bir fikirdi. Ne de olsa bizler, ruhani yönleri bizden çok daha güçlü olan kötü güçlere karşı kanımız ve canımızla savaşacaktık. Oysa iyi ruhlar, kötü güçlerle aynı yaratılışı paylaşıyordu. Hira-san ve shugenja da böyle zor bir zamanda bunun iyi bir çare olabileceğini düşünüp onay verdiler ve Daidoji-kun Demirhane’nin en hızlı atını alarak yola koyuldu. Shugenjayı da yanına alması güvenliği açısından çok iyi olurdu, ama ona burada daha çok gereksinim olduğu için yalnız gitti. Benim aklıma da Akrep Klanı’na gidip yardım istemek geldi. Çalınabilecek ikinci kapı oydu. Tek sorun, oraya gidip gelmenin iki gün süreceğiydi, bu fikirden vazgeçildi.

Biz böyle tartışırken çoktan gece olmuştu. Birbirimize iyi şanslar dileyerek mevzilerimize döndük. Bir saat kadar olmuştu ki Daidoji-kun sağ salim döndü ve bizlere mutantın bu teklifi çok ciddiye almış göründüğünü ve “Bu savaş kadim kötülükle bizim değil, insanların arasında, ancak bir kerelik olmak üzere bir iyilik düşünülebilir.” dediğini iletti. Bu haber bizi çok sevindirdi, düşmanı daha hırsla beklemeye başladık.

19 Haziran 1043, Pazartesi:Tan vakti, düşman iyice yaklaşmış ve doğmak üzere olan güneşin hafif aydınlığında korkunç yüzünü tamamen göstermişti. Ürkütücü büyüklükteki, güney ufkumuzu şimdi tamamen örtmüş olan düşman ordusu çeşitli türlerde ve büyüklüklerde ejderhalar, iblisler ve daha önce adını bile duymadığımız yaratıklardan oluşuyordu; güney sınırındaki duvarın yıkılmış olmasına şaşmamalı. Ben ilk hamleyi yapacak olan okçu ve topçu takımındaydım, o yüzden ilk hazırlanan savaşçılar da biz olduk. Kaç gündür, gelecek olan yaratıkların kalın derilerini hayal ederek muazzam kesicilikte ok başları yapıyor, korkunç ağırlıkta toplar döküyorduk, işe yarayacakları gün sonunda gelmişti.

Bir atış, bir atış daha...Yüzlerce ok havada bir anlığına kapkaranlık, rüzgarın önünde sürüklenen bir bulutmuşçasına beliriveriyor, ardından büyük hızla düşmanın üstüne yağmur gibi yağıyordu, ancak düşman da yüzlerceydi ve Demirhane’mizin surlarına doğru yağmur gibi yağıyorlardı.

Yanımdaki askerler bir yandan da mancınıkları kurmuşlardı, şimdi havayı oklara eşlik eden alev topları doldurmuştu. Birkaç dakika sonra, boyu neredeyse surunkiyle eşit dev bir ejderha, bizim mevzimize saldıran ilk yaratık oldu. Onu yere serip minik arkadaşlarını ezmesini sağlamadan önce, oraya buraya alev püskürterek birliğimdeki birkaç adamı canlı canlı yaktı. Bu esnada Daidoji-kun kendi savaştığı doğu cephesi duvarında oluşan bir çatlağı onarmak için aşağı inmiş, Hira-san ise surları terk etmiş, katanalı ekibe katılarak meydana çıkmıştı. Büyücü de içeride yaralanan askerleri tedavi ediyordu.

Savaş tüm gün sürdü, bu yaratıklar dinlenmek nedir bilmedikleri için bütün gece boyunca da sürecek gibiydi. Artık ana kapının dayanacak pek gücü kalmamış olsa gerek, Hira-san ve kalabalık birliğinin bir kısmı içeri girmiş, kapıyı destekliyorlardı; biz de oklarımızı kapı önüne yoğunlaştırıp onlara zaman kazandırmaya çalıştık. Artık sonumuzun geldiğini hissetmeye başlamıştım. Bu öyle bir andı ki, vücudum savaşırken beynim onu yalnız bırakmış, dışarıdan izliyor gibiydi. Etim, kemiğim, aynı diğer askerlerinkiler gibi bir savaş makinesinin parçası olmuş, ruhumsa böyle bir makinenin içine hapsolmaya isyan etmiş, kaçıp gitmişti sanki.

Derken, korkunç bir çığlık havayı yırttı. Uzaktan, kuzeybatı yönünden değişik türde, kartala benzeyen kuşlar geliyordu. Onların Uyuyan Orman’ın bulunduğu taraftan geldiklerini anlayana kadar, savaş sersemliğiyle, birkaç saniyeliğine onların da düşman olduğunu düşünüp içten içe isyan etmiştim, ama şimdi...dahası da vardı. Bir ormanda bulunması olası yüzlerce çeşit hayvan da kuzey ufkumuzu örtmüştü. Artık savaşta güç dengesi sağlanmış, hatta taze kan bize geldiği için biz daha hevesle savaşmaya başlamıştık. Bu arada Hira-san’ın ciddi kılıç yarası almış ve içeride büyücü tarafından tedavi edilip daha korunaklı bir mevzide savaşmaya başlamıştı. Onun dışında, Daidoji-kun’un da aynı benim gibi, hafif yaralanmalar ve delicesine yorgunluk ve susuzluk dışında pek bir şikayetinin olmadığını görüyordum, ama adamlarımızın yarısından çoğu hayatlarını kaybetmişti.

20 Haziran 1043, Salı:
Gün ağarırken sağanak yağmur başlamış, her yer çamur ve kanla kaplanmıştı. Bu arada düşman da iyice azalmış, geriye kalan yaratıklar korkuya kapılıp gerilemeye başlamıştı. Bu gerileme güneşin doğuşuyla beraber kaçmaya dönüştü ve öğle vakti zafer bizim oldu. Güneş, tam tepemizde, olanca gücüyle tepeleri ve düzlükleri aydınlatıyor ve ona eşlik eden, üstümüzde asılı muhteşem bir gökkuşağı zafer takı gibi göğü süslüyordu.

•Son•

Aslı Bülbül

1 yorum:

Ajan İsmet dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.

Yorum Gönder