Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz.

İletişim için adminiubkfk@gmail.com.

17 Mart 2008 Pazartesi

Legend of the Five Rings – Bölüm 3

14 Haziran 1043, Çarşamba:Gece karanlığının yerini gün ışığına bırakmaya hazırlandığı, buz gibi soğuk ve yağmurlu bir vakitte, yolumuzun üzerindeki açıklıkta, handa bizi tehdit eden samuraylar olduğunu düşündüğümüz dört tane karaltı gördük. Hepsi de ağaçların altına serilmiş, hala uyuyor gibiydiler. Hira-san’ın gözlerindeki hiddeti ve eli okuna giden Daidoji-kun’u gördüğümde, görev arkadaşlarıma dönüp “Bunlar onlar.” dememe gerek kalmadığını anladım. Demirhane’den ayrılıp Daimyo’yla görüşmek için yola koyulduğumuzdan beri yanımızdan ayrılmamış sadık hizmetçilerimizi tehlikeden uzakta, ağaçların arkasında bıraktık. Sessizce yaklaştık ve herkes gözüne kestirdiği hedefe yöneldi, kıyım başlamıştı.

O karışıklıkta samuraylardan birinin oku benim hizmetçime kadar ulaşıp onu öldürmüştü, ama shugenja kendini korumaya çalışırken ben ve Daidoji-kun da birer samuray öldürmüştük, Hira-san da diğer ikisini deyim yerindeyse parçalamış, ama kendisi de sağ bacağından kötü şekilde yaralanmıştı. Tam ona yardım etmeye koşacakken arkamızdan bir inilti geldi, samuraylardan biri henüz ölmemiş, can çekişiyordu. Bu onu sorgulamak için iyi bir fırsattı. Samurayın yanına koşan Daidoji-kun onu yakasından tutup hafifçe silkeleyerek, “Sizi bize kim gönderdi, samuray? Yanıt verirsen ölümün daha acısız olur.” dedi. Bu arada hepimiz samurayın çevresinde toplanmış, vereceği yanıtı merakla bekliyorduk. Samuray herhangi bir şey söylemek yerine pis pis sırıttı. Tam can vermek üzereyken görünümünde bir tuhaflaşma oldu, zaten kara olan gözleri iyice karardı ve küçülüp böcek gözlerine dönüştü. Parmakları uzayıp değişik biçimler aldı, derisinin görebildiğimiz bütün kısmı kıllarla kaplandı ve kanının yerini yeşil bir sıvı aldı. Bu adam bir samuray değildi, bir canavar da değildi, çok daha kadim bir kötülük saklıydı içinde...

Samuray sandığımız bu sihirli yaratığın öldüğünden emin olunca öldürdüğümüz diğer samuraylara baktık. Tam da düşündüğümüz gibi, onlar da büyük ve iğrenç böceklere dönüşmüşlerdi. Bu işin içinde nasıl bir güç varsa, sihri kötülük için kullanıyordu ve bu yaratıkların klanlar arasındaki topraklarda, samuray kılığında rahatça dolaşabildiğine ve Demirhane’nin sorunundan haberdar olduğuna bakılırsa, karşımıza onlardan daha çok çıkacaktı.



Hira-san’ın emriyle hizmetçisi cesetlerden birini yanımızda yedek olarak taşıdığımız geniş bir kumaşlara sardı, bu böceklerin bize savurduğu tehditlerden sonra bu ceset bizim Demirhane’ye giriş vizemiz olacaktı.

Yola koyulduğumuzda yağmur yerini ılık bir güneş ışığına bırakmış, öğlen olmuştu. Birkaç saatlik yolculuğumuzun ardından gece vakti Demirhane’ye ulaştık. Bu, görevlendirildiğimizden beri Demirhane’ye üçüncü kez geliyorduk ve bu sefer hiç olmadığımız kadar tedirgindik. Kendi içimdeki gerginliği arkadaşlarımın gözlerinden de okuyabiliyordum, bazı şeyler açıklığa kavuşmak üzereydi ve gece henüz bitmemişti...

Demirhane’nin içinden uğultu halinde gelen konuşma ve çekiç sesleri insanların hala ayakta olduğunu gösteriyordu. Biz Demirhane’nin büyük giriş kapısına yaklaşırken garip bir şey oldu ve nöbetçi samuraylardan biri dostane bir tavırla bize doğru koştururken diğeri, yüzü fener ışığından anlaşıldığı kadarıyla bembeyaz olmuş halde Demirhane’nin arka kapısına doğru koştu. Bu hiçbirimizin dikkatinden kaçmamıştı elbette, ellerimiz katanalarımızda, tetikteydik. Yaklaşan samuray; “Buyurun efendim, içeri buyurun.” dedi ve yanımızdaki, kumaşa sarılı cesedi görünce birden dehşetle irkildi. Bizimle göz göze geldi ve hiçbir şey söylemeden bir-iki geri adım atarak yol verdi. İçeri girip eşyalarımızı odalarımıza taşıdıktan sonra, daha dinlenmeden cesedi de alıp Baş Mühendis’in yanına gittik. Alışılmışın aksine, o saatte ziyafet salonundaki kalabalık henüz dağılmamıştı, bizim geldiğimizi ve yanımızdaki cesedi haber almış olmalıydılar. Baş Mühendis içeri girdiğimizi görür görmez telaşlı adımlarla yanımıza geldi; “Akrep Klanı’nından ne haber var sevgili dostlarım? Duyduğuma göre bir de ceset varmış yanınızda.”

Konuşmayı Hira-san yaptı ve Akrep Klanı’nın Daimyo’suna gelen mektup ve çarşaftan söz edip onları göstermeden önce Baş Mühendis’e kızını salondan çıkarmasını söyledi. Bizce de, şimdilik herhangi bir suç işlediği kesin olmayan masum bir insanın bu olanları duymasına ve mektupla çarşafı görmesine gerek yoktu. Dönüşte başımıza gelenleri de Daidoji-kun anlattı, ben de en son suçlu kim ya da hangi klan olursa olsun bütün bu olanlardan dolayı klanım adına özür diledim.

“Peki, ceset diyordunuz...” dedi Baş Mühendis. O esnada salona arka kapıdan birkaç samuray eşliğinde Baş Muhafız girdi. Baş Muhafız soluk yüzlü, donuk bakışlı, sakin görünümlü bir adamdı. Onu daha önce bir kez, Demirhane’ye ilk geldiğimizde şerefimize verilen yemekte görmüştük, ama bu görüşümüzde dikkatimi çeken bir şey oldu; bu adamın gözleri öldürdüğümüzde böceğe dönüşen samurayların gözlerini andırıyordu, onlara bakmak kanımı dondurdu. Sessiz sakin duruşuna rağmen bir şeyler çevirdiği hissine kapıldım, ama biz samuraylar için hislerden çok kanıtlar önemlidir ve şu an için elimizde bu adamın masumiyetini lekeleyecek hiçbir kanıt yoktu. Baş Muhafız ilerledi ve Baş Mühendis’in birkaç metre gerisinde durdu. “...bu böceği nerede bulup öldürdünüz?” diye devam etti Baş Mühendis. O ana kadar suskun kalmış olan shugenja, kendi uzmanlık alanıyla ilgili olan bu soruyu cevapladı; “Bu böceği biz bulmadık, efendim, o bizi buldu ve bulduğunda da henüz bir samuray suretindeydi. Ölüm anında özüne dönen bu samuraydan üç tane daha vardı, ki onları da geride bıraktık. Bütün bu yaratıklar doğanın içinden değildir, efendim, hepsi doğanın karşısındaki güçten; kadim iblislerden gelmedir ve kanımca bu topraklarda onlardan daha çok var.” Shugenjanın bu sözleri ziyafet salonunda gözle görülür bir korku ve telaş fırtınasına neden oldu. Dört bir yandan fısıltılar geliyor, insanlar ya salonu boşaltıyor, ya da salonun içinde koşar adım bir o yana, bir bu yana gidip arkadaşlarıyla bu konuyu tartışıyordu. Baş Muhafız ve çevresindeki samuraylar ise hiçbir şey konuşmadan öylece durmuş, böceğe bakıyorlardı.

“Sessizlik!” diye bağırdı Baş Mühendis. Endişeli gözlerinden yorgunluk akıyordu. O anda Daidoji-kun’la aklımıza bir fikir geldi. Hira-san ve shugenja salondaki kargaşayı dindirmede Baş Mühendis’e yardımcı olur ve onu sakinleştirirken Daidoji-kun ve ben Baş Mühendis’in kızıyla çarşaf ve mektup konusunu özel olarak görüşecektik. Onlar da bu düşüncemize katıldılar ve biz kapıya yöneldik. Çıkarken elimde olmadan dönüp Baş Muhafız’a baktım ve göz göze geldik. Samuray olmama rağmen korku hissinin içimde bu kadar çabuk büyüyebilmesine şaşırmış bir halde, dışarı çıktım.

Baş Mühendis’in kızına bakıcısı aracılığıyla ulaştık. Yaşlı ve sevimli kadın bizi kızın odasına götürürken önce hanımının uyumuş olabileceğini söyleyerek bizi caydırmaya çalıştı, belli ki ona bir zarar vereceğimizden endişeleniyordu; ama biz vazgeçmeyince neden onunla konuşmak istediğimizi sordu, bunun üzerine biz de çarşafı ve mektubu önce ona gösterdik. Bakıcı kadın dehşet içinde; “Hayır, hanımım asla böyle bir şey yapmış olamaz! Onu çok iyi tanırım, bu kesinlikle ona, babasına, Demirhane’ye, hatta bütün Yengeç Klanı’na karşı hazırlanmış bir komplo!” diye bağırdı. Onu sakinleştirdik ve mektuptaki el yazısının tanıdık gelip gelmediğini sorduk. Mektuba bir daha, bu sefer dikkatle baktı. Zavallı kadıncağızın yorgun elleri sinirden tir tir titriyordu. Bir müddet sonra yüzü hafifçe beyazladı, ama bize hiçbir şey söylemeden adımlarını hızlandırdı ve hanımının odasının kapısını tıklatmadan hızla açtı. Kızcağız başını iki elinin arasına almış, yatağının üzerinde düşünceli halde otururken yerinden sıçradı, bakıcısının neden böyle davrandığına bir anlam veremedik, belki de onun bütün bu olanlara dayanacak gücü kalmamıştı.

“Hanımım, affedersiniz,” dedi, mektubu ikiye katladı ve ilk paragrafını kıza gösterdi. “Bu yazı size tanıdık geliyor mu?” Doğrusu akıllı kadındı, çünkü mektup, kızın konuyu anlayamayacağı kadar normal bir şekilde, “Soylu Akrep Klanı’nın saygıdeğer Daimyo’suna, bu mektupta bahsedeceğim şeyler sizi ne kadar üzecek olsa da, gerçekleri bilmenin en doğal hakkınız olduğuna inanıyorum.” diye başlıyordu. Baş Mühendis’in sevimli kızı baktı, baktı, sonunda tek bir şey söyledi; “Tanıyorum.”

Hemen yanına koşturduk. “Kim peki?” diye sorduk. Bakıcı kadın bizi eliyle durdurdu ve kızın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Kız geri çekilip başını salladı, ama hala bakıcısının niye böyle endişeli göründüğünü anlamış gibi durmuyordu. Sonra ikisi de bize baktılar. Bakıcı, “Baş Muhafız,” dedi, “bu yazı yanılmıyorsam Baş Muhafız’ımıza ait.”

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Demek bütün o hissettiklerim doğruymuş.” diye düşündüm. Yine de biz samuraylar suçluyu yakalayıp cezalandırmakta ne kadar hızlıysak, kişinin suçlu olduğundan emin olmakta da o kadar yavaşızdır. Daidoji-kun’la, bakıcı ve hanımından bizi Baş Muhafız’ın odasına gizlice sokmalarını istedik. Böylece daha fazla yazı örneği bulabilirdik. “Memnuniyetle.” dedi bakıcı kadın ve bizi aceleyle bir üst kata çıkardı. Geniş bir koridorun sonunda, soldaki odanın önünde durdu, yanında onu koruyacak bizler olmasına karşın kaygıyla geldiğimiz yolu süzdü ve belindeki kuşakta bulunan anahtarlardan kömür rengi olanını çıkardı. İşte kapı açılmıştı.

Hızla içeri girdik ve fazla zaman harcamamıza gerek kalmadan -Baş Muhafız’ın masasının üstü yazılı kağıtlarla doluydu- yazının gerçekten de ona ait olduğunu anladık. Bir samuray olmama rağmen içimdeki heyecanı artık dizginleyemiyordum. Daidoji-kun’la göz göze geldik, o da aynı hissi paylaşıyor olmalıydı. Bu gece kan dökülecekti. Masadan bir yazı örneği alıp odadan çıktık.

Baş Muhafız’ın casusluk yaptığı için suçlu olduğundan ve mektupta yazanların yalan olduğundan emindik, ama yine de onun canını almadan önce Baş Mühendis’in kızıyla yüzleştirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden hanımefendiyi de alıp dördümüz ziyafet salonuna girdik, benim elimde mektup, Daidoji-kun’daysa çarşaf vardı ve dördümüz birden Baş Muhafız’a baktık. Onun gözlerinde ilk defa korkuyu gördüm ve bu hoşuma gitti.

Hiçbir şey söylemeden önce Hira-san ve shugenjanın yanına gittik ve iki yazının aynı karaktere sahip olduğunu onlara da gösterdik. “Ne demek oluyor bütün bunlar?” diye gürledi Hira-san. Daidoji-kun onun kolundan tutup sessiz olmasını işaret edince de mırıldanarak devam etti: “Bu ikinci yazı da kimin?” Hira-san gibi fevri davranan bir samurayla konuştuğumu unutarak “Baş Muhafız’a ait.” diye fısıldadım. Hira-san’ın gözleri parladı. Artık Baş Mühendis’in kızıyla Baş Muhafız’ı yüzleştirecek zamanımız olduğundan o kadar emin değildim. Biz Hira-san’ın önünde; o, Baş Mühendis’in sol yanında ve Baş Muhafız’la adamlarıysa Baş Mühendis’in sağ arkasındaydı. Kılıç sanatında hamleler başlayıp da yetenekler konuşturulmadan önce önemli olan tek bir şey vardır, rakiplerin konumları. Neler olacağını kestiriyor gibiydim. Acıyla gözlerimi yumdum.

Hira-san bir eli katanasının sapında, diğer elinde iki yazıyla Baş Muhafız’a döndü. “Konuş bakalım, Demirhane’nin koruyucusu.” dedi. “Acaba masumiyetine inanmalı?” “Dediklerinizden hiçbir şey anlamadım.” dedi Baş Muhafız oldukça sakin bir tavırla, oysa Hira-san hiddetten kıpkırmızı olmuştu. Oldukça kaygılandım ve benim de elim tedbir olarak katanama gitti. “Anlamayacak bir şey yok!” diye bağırdı Hira-san. “Demirhane’yi daha ne kadar kendi çıkarların için kullanmayı düşünüyordun? Bu mektubu yazan da, Akrep Klanı’na yollayan da, evlilik anlaşmasını bozan da, Demirhane’nin malzemesiz kalmasına sebep olan da, iki gün sonra düşmana karşı duran duvarın yıkılmasını isteyen de sensin! Bu kızcağız evleneceği erkeğe olan saygısını başka hangi erkeklerle bozmuş olabilir?” Arkadan Baş Mühendis’in kızı hafif bir çığlık attı. O ana kadar olanları şaşkın halde izlemekle yetinmiş olan Baş Mühendis arkasına döndü ve gözlerinden alevler saçarak Baş Muhafız’a baktı. “Nedir bütün bunlar? Koynumda bir yılan mı beslemişim, ya da yılanlar?” diye titreyerek konuştu. Baş Muhafız, oldukça şaşırmama neden olarak sakinliğini korudu ve “İnandığım yoldan bugüne kadar asla sapmamışımdır, efendim,” diye mırıldandı, “ve sapmam da!” Cümlesinin devamını hiddetle söylemişti ve daha biz ne olduğunu anlayamadan buları söylerken katanasını çekmiş, ona hayretle bakmakta olan Baş Mühendis’in kafasını uçurmuştu. Korktuğum şey olmuştu işte. Yanımızdaki zavallı kızı bir inilti koyuverdi ve dizlerinin üstüne çöktü. Şimdi onunla ilgilenmeye zaman yoktu. Hira-san çoktan bütün gücüyle Baş Muhafız’a saldırmıştı, biz de Baş Muhafız’ın adamlarıyla dövüşmeye başladık.

Oldukça kanlı olmasını beklediğim bir dövüştü bu, ama hiç de öyle olmadı. Çünkü Baş Muhafız da dahil, bütün samuraylar ölürken ortalığa yeşil sıvılar saçan böceklere dönüştüler. Hepsini öldürdüğümüzde salondaki insanların çoğu dehşet içinde kaçmaya başladı; daha ne olduğunu anlayamadan ekmek kapıları olan Demirhane başsız ve korumasız kalmış, üstelik yapıyı korumaları beklenen insanlar iğrenç böceklere dönüşerek özlerinde ne tür bir kötülük olduğunu ortaya çıkarmışlardı. O an Demirhane’nin artık bütünüyle bize emanet olduğunu anladık. Kargaşayla çalkalanan ortamı eski huzuruna kavuşturabilmek için hemen orada görev dağılımı yaptık. Hira-san Demirhane’nin diğer muhafızlarını bulup içlerinde kara büyü olup olmadığını araştırmak için yanımızdan ayrıldı, Daidoji-kun insanları sakinleştirmek ve onların yeterince bilgilendirilmeden dağılmalarını önlemek için kapılara koşturdu, ben de cesetleri dışarı, açıklığa çıkarıp yakacaktım, tabii Baş Mühendis’inki hariç. Zavallı adamcağız, güzel bir töreni hak ediyordu. Kızı ise arkamda hıçkırıklarla sarsılıyor, ona sarılmış, onu teselli etmeye çalışan bakıcısı da göz yaşlarıyla ona eşlik ediyordu. O an aklıma gelen tek şey, Uyuyan Orman’daki mutantın söyledikleri oldu; “Asıl kötülük Demirhane’nin içinde.” Haklı çıkmıştı.

15 Haziran 1043, Perşembe:
Daha dün sabah, ortalık henüz alaca karanlıkken ve biz, bizi tehdit eden samuraylara saldırmamışken artık görevimizin zor kısmının bitmiş olduğu hissine kapılmıştım. Oysa, şimdiki alaca karanlıkta bizim için görevin daha yeni başladığını anladım. Bir süre, iç çekerek cesetlerin yanışını izledim. Çarşambayı perşembeye bağlayan gece Demirhane uyumamıştı, bir daha da ne zaman huzur dolu bir rahatlığa kavuşacağını ancak Amaterasu bilirdi. Birden uzaktan bir kafilenin yaklaşmakta olduğunu gördüm ve meraktan çok endişeyle, çökmüş olduğum sur dibinden kalkarak ileri atıldım. Kafilenin başını dev bir atın üzerindeki samuray çekiyor ve elinde Akrep Klanı’nın armasını taşıyordu. Bu Demirhane’ye malzeme taşıyan kafile olmalıydı. İçeri koşturup savaş malzemelerini denetlemekte olan Hira-san’a ve onun yanında oturmuş, Baş Mühendis’in kızıyla konuşmakta olan Daidoji-kun’a haber verdim. Onlar da dışarı koşturdular. Büyük zahmet ve yorgunlukla geçen şu son birkaç saatin en sevindirici olayı bu olmalıydı. Ne de olsa güney sınırındaki duvar çökmek üzereydi ve orada savaşan askerlerin yedek cephanesi bitme noktasına gelmişti. Bu kafile, başta Yengeç Klanı olmak üzere bu topraklarda yaşayan bütün klanlar için hayat öpücüğü olmuştu.

Kafileyi içeri buyur ettik ve malzemelerini taşıyıp dinlenmelerine yardımcı olduk. Akrep Klanı’na mensup bir samuray olduğum için ben ayrıca mutlu olmuştum. Ne de olsa son yaşanan skandallar ve tatsızlıklar şimdi topraklarında ikamet ettiğimiz Yengeç Klanı’nın klanıma hiç olmadığı kadar kötü gözle bakmasına sebep olmuştu.

Kafileyi uğurlayıp malzemeleri güney sınırına ulaştıracak atlı birliği düzenlediğimizde öğlen olmuştu. Birliği sınıra malzeme taşımışlığı olanlar arasından seçmeye özen gösterdik. Bu konuda en deneyimli olduğu söylenen samuraya göre, malzemeler sınıra en erken iki gün içinde taşınabilirdi. Bu da, malzemeler sınıra ulaştığında duvarın çoktan yıkılmış olacağı anlamına geliyordu. Her şeyi zaman gösterecekti, ancak böyle düşünüp durmak da olmazdı. Eğer duvar yıkılırsa, savaş alanına gitmişliğimiz olmadığı için bizim hiç görmediğimiz, ama hakkında şimdiden birçok efsane duyduğumuz kadim kötü güçlerin hizmetindeki devasa yaratık ordusu üç gün sonra burada olacaktı. Bu düşünce o kadar korkutucuydu ki, dünya üzerindeki diğer bütün kötülükleri gölgeliyordu. Böyle bir ordunun durdurulamaması ve klanların paylaştığı topraklarda dolaşması demek, bütün klanların yok olması demekti. Bütün bu düşüncelerle çalışıp Demirhane’yi büyük bir savaşa hazırlamadan önce, hepimiz biraz dinlenmeye çekildik.
Aynı günün gecesi:
Görev arkadaşlarım ve ben dinlenip ayaklandığımızda çoktan gece olmuştu. Demirhane’nin donatılması işini beraber, gözetilmesi işini ise nöbetleşe yapmaya karar verdik ve çalışmaya dağıldık. Artık bizim için gündüz ve gece kavramlarının pek bir önemi kalmamıştı, bütün derdimiz güney sınırındaki düşmanın orada ya da burada yok edilmesiydi.

16 Haziran 1043, Cuma:
Benim, arkadaşlarımın ve Demirhane’deki insanların hayatlarındaki en sıkıntılı gün eminim bugün olmuştur. Bekleyiş denilen his en kötüsü. Keşke bazı şeyler, kötü de olsa kesin bir sonuca varsa artık. Bu düşüncemi Hira-san’la paylaştığımdaysa; “Evet, çok kötü geçmekte olan bir gün, ama bir samuray hep daha kötülerini görüp onları iyi geçirmek için yaşamalıdır.” dedi. Söylediğinin anlamını bu gergin halimle kavramam biraz uzun sürdü, anladığımdaysa Hira-san’ın kesinlikle benden daha iyi ve azimli bir samuray olduğu hissine kapıldım, asıl samuraylar sanki savaşçı Yengeç Klanı’ndan çıkıyordu. Yengeç Klanı’nın görüşü hep onurunun ve kurnazlılığının kurbanı olan Akrep Klanı üyelerinin zor zamanlarda birlik olup mücadele edecek gücü zor bulduğu yönünde olmuştur. Artık bu görüşe saygı duymakla birlikte, bunu yıkacak gücü içimde umutsuzca arıyordum.

•3. bölümün sonu•

Aslı Bülbül

0 yorum:

Yorum Gönder