Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz.

İletişim için adminiubkfk@gmail.com.

16 Mart 2008 Pazar

Legend of the Five Rings – Bölüm 2

11 Haziran 1043, Pazar:
Gün aydınlanmaya başlamıştı ve elimizde, Uyuyan Orman’a içimiz rahat halde girmemiz için hiç de fazla bilgi yoktu, ama bunu yapmak zorundaydık. Sık ağaçlarla kaplı, karanlık ormana girip aydınlık dünyayı geride bırakmadan önce, büyücü bizi çevresinde topladı ve kutsamaya başladı. Vakit kaybetmemek çok önemli olduğu için biz de aynı anda hizmetçilerimizin yardımıyla zırhlarımızı kuşanıyorduk. Geçen iki saatin ardından artık ormana girmeye hazırdık. Atlarımızı hizmetçilerle geri gönderdik ve Uyuyan Orman’ı uyandırmamayı umarak karanlığa adım attık.

Orman içinde artık kaybolduğumuzu düşünmeye başlayacak kadar ilerledikten sonra, büyücü bize dönüp “ormanın gerçekten de çeşitli ruhlarla, çok farklı güçlerle dolu olduğunu, hepsinin seslerini içinde hissettiğini, ama bu seslerin hiçbirinin kulağa kötü gelecek türden olmadığını” söyledi. Bu bizi biraz rahatlatmıştı, ta ki ben yaklaşık yarım saattir yanımızdan akıp gitmekte olan cılız derenin karşı tarafında, orta boylarda bir tilkinin bir ağacın kenarında durmuş bana baktığını görene kadar. Çaktırmadan dönüp arkadaşlarıma baktım, hiçbiri tilkiyi fark etmemişti. Bir ormanda bir tilkiyle karşılaşmak hayret verici bir şey değildir, ama bu şekilde anlamlı gözlerle bakabilen, hatta konuşmak üzereymiş izlenimi veren bir tilkiyle karşılaşmak bazen dehşet verici olabilir. Nitekim benim durumum da öyleydi. Hızla büyücünün yanına gittim ve ona tilkiyi işaret ettim. Tilki bu esnada bizden uzaklaşmaya, “doğu” olduğunu tahmin ettiğimiz yöne gitmeye başladı. Hepimiz tilkinin bizi bir yere götürebileceği konusunda hemfikir olunca onu izlemeye koyulduk ve kısa bir süre sonra oldukça geniş, ağaçsız ve sınırları adeta taşlarla belirlenmiş bir açıklığa çıktık. Bu açıklığın ortasında el yapımı olabilecek kadar düz hatlara sahip bir taş ve bu taşın önünde yere oturmuş, hareketsiz, minik, sırtı bize dönük, beyaz bir figür duruyordu. Ona yöneldiğimizde bu figür sırtı hala bize dönük şekilde ayağa kalktı ve hiç de “minik” olmadığı ortaya çıktı, bizim boylarımızdaydı. Biz iyice yaklaştığımızda “Ha? Kim var orada? Ormanda kim olabilir?” dedi. Garip bir ses tonu vardı, çünkü, bize doğru döndüğünde anladık ki, o ne de olsa bir kuştu.


Vücudunun geri kalan kısmı bizimki gibi olmakla beraber kafası tam bir kuşunkine aitti. Küçük gözleri ve ağzı yerine upuzun bir gagası vardı. Ona bizi oraya bir tilkinin getirdiğini ve sonra gözden kaybolduğunu söylediğimizde “Ah, o mu, onun kulağını biraz daha çekmem gerekecek anlaşılan.” diye sızlandı. Uyuyan Orman’dan püskürtülen köylülerden bahsettiğimizde de “Efendiler, bu orman tabii ki de kutsaldır ve bu ormana zarar vermek, hatta girmek bile yasaktır. Sizin buraya kadar gelebilmiş olmanız iyi ruhların iradesine bağlı. Üzgünüm, bu orman ağaçlarını köylülere geçici de olsa kullanmaları için veremez. Siz de burada daha fazla oyalanmasanız iyi olur. Bir kötülük bekliyorsanız bu ormandan beklemeyin. Asıl kötülük Demirhane’nin içinde. Aradığınız çözüm, sorunla aynı yerde.” dedi. Zaten tam bu sırada uzaklardan gelen garip ve güçlü bir kükreme sesi, etrafımızdaki ağaçlarda konaklayan envai çeşit kuşu havalandırarak, ormandan çıkmamızın gerçekten de “iyi” olacağını gösterdi. Bu kükreme bizimle konuşan mutantı da telaşlandırmışa benziyordu. “O-oo, uyandırdık işte. Haydi gidin buradan.” dedi ve çekinmesine rağmen kükremenin geldiği yöne doğru uzaklaştı.

Biz de bir an önce oradan uzaklaşmak için hızla ormana geri girdik. Hangi tarafa gideceğimizi bilmiyorduk, sadece şimdi kükremeyle aynı yönden gelen ve ufak çapta sarsıntı yaratan ayak seslerinden kaçmaya çalışıyorduk. Ama peşimizden gelen her ne idiyse bizden daha hızlı olmalıydı, ayak sesleri gitgide yaklaşıyordu. O an Hira-san durdu ve birden en yakınındaki ağaca çıkmaya başladı. Bir yandan da bize şöyle seslendi: “Bence artık daha fazla kaçmanın anlamı yok. Savaşma zamanıdır. Önerim yaklaşan tehdidin boyutlarını düşünerek sizlerin de yükseğe çıkmanızdır.” Daidoji-kun kaçmaya devam edeceğini, ormanın çıkışının yakınlarda olduğuna inandığını söyleyerek orada bizlerden ayrıldı. Büyücüyse yere çömelmiş ve ağaca tırmanmakta olan Hira-san’ı kutsamaya başlamıştı. Ben ne olup bittiğini anlayamadan, aniden dağılmış olan grubumuzu düşünerek bir süre öylece bekledim, sonra artık iyice yakınımızda olan ayak sesleri beni kendime getirdi ve ben de bir ağaca tırmanmaya başladım.

Tam beni tartacak bir dal bulup yaklaşan şeyi görmek için arkamı döndüğümde yüreğimi ağzıma getiren bir manzarayla karşılaştım; bir yandan büyücü de bir ağaca tırmanmaya çalışıyor, öte yandan Hira-san kendisinden sadece üç-dört metre kadar uzaktaki, gözlerini dikmiş ona bakan, irice, ejderha benzeri, kalın derisi pullarla kaplı bir yaratığa saldırmak için katanasını çekiyordu. Yaratık tam Hira-san’a saldıracakken o, bir daldan destek alarak yaratığın sırtına atladı. Hira-san hem kambur yaratığın sırtında durmaya çalışıyor, hem de katanasını durmaksızın hayvanın sırtına saplıyordu. Bu arada dengesini kaybetmiş olan yaratık dosdoğru benim üzerime geliyordu. Hemen yayıma davrandım ve yaratığın iki gözünün ortasına nişan alarak bir ok attım. Ok hedefini vurmuştu ve hem iki gözünün ortasındaki, hem de sırtındaki acıya daha fazla dayanamayan yaratık, sık ağaçları yer yer devirip yer yer yana yatırarak diz çöktü. Yaratığın daha fazla saldıracak hali kalmamıştı, buna rağmen Hira-san hızını alamamış ve öfkesini dizginleyememiş bir halde katanasını hayvanın sırtına saplamaya devam ediyordu. Artık can vermek üzere olan yaratığın sırtındaki pullar, Hira-san’ın her hamlesiyle biraz daha dağılıyor ve etrafa saçılıyordu. “Hira-san!” diye bağırdım, “Yeter artık, öldü!”

Bunun üzerine ben ve büyücü çıkmış olduğumuz ağaçlardan indik, büyücü eline yaratığın yere saçılmış olan pullarından birini aldı, Hira-san katanasındaki kanı temizledi ve Daidoji-kun’u bulup ormandan çıkmak üzere yola koyulduk. İlerledikçe karanlığın azaldığını fark edip hızlandık. Ormanın çıkışına ulaştığımızdaysa Daidoji-kun’un hemen ilerideki bir taşın üzerine oturmuş, bizi beklemekte olduğunu gördük. Yanına gittiğimizde Hira-san’ı sinirden deli edecek şekilde, şöyle mırıldandı: “O yaratık zararsızdı. Sadece kendisini korumak için, içgüdüsel olarak size yaklaştı. Siz de benim gibi kaçmış olsaydınız boş yere masum bir doğa yaratığını, Uyuyan Orman’a ait bir canlıyı öldürmüş olmazdınız.”

Gece yaklaşıyordu. Aşağı, köylülerin kamp yaptığı alana indik. Bizi fark eden köylüler merakla yaklaşırken büyücü de yanında getirdiği pulu çıkardı ve onlara göstererek: “Bakın,” dedi, “Uyuyan Ormanda kötü ruhlar olabilir, ama sizi tehdit edecek somut bazı şeyler de var. Bundan sonra ormana kesinlikle girmeyin.” Ben de ekledim: “Sadece biraz sabırlı olun, sizin için başka bir çözüm yolu bulacağız. Ne de olsa bunun için görevlendirildik.” Köylüler uzaklaşırken kendi aramızda bir sonraki durağımızın neresi olacağını konuştuk. Elimizdeki tek bilgi Uyuyan Orman’daki mutantın söyledikleriydi. “Asıl kötülük Demirhane’nin içinde. Aradığınız çözüm, sorunla aynı yerde.” Biz de Demirhane’ye geri dönmeye karar verdik.

12 Haziran 1043, Pazartesi:
Sabah saatlerinde Demirhane’ye geri döndük ve ormanda başımıza gelenleri Baş Mühendis’e anlattık. Uyuyan Orman’dan da bir fayda gelmeyeceğini anlayan Baş Mühendis iyice ürkmüş görünüyordu. Biz de Akrep Klanı’nın Daimyo’suyla görüşmek üzere Yengeç Klanı’nın topraklarından ayrılmaya karar verdik. Duvarın yıkılmasına aşağı yukarı dört gün kaldığı düşünülürse önümüzde bizi bekleyen uzun bir yolculuk vardı, ama çalacak başka kapımız yoktu. Baş Mühendis’e sabırlı olmasını ve iki gün sonra geri dönmüş olacağımızı söyleyerek Demirhane’den ayrıldık.

13 Haziran 1043, Salı:
Günün erken saatlerinde Daimyo’nun huzuruna kabul edildik. Benim klanımın topraklarında bulunduğumuz için öne çıkıp saygıyla eğilip konuşan ve durumu anlatan ben oldum. Yengeç Klanı topraklarındaki Demirhane’nin zor durumunu anlatmam ve bu durumu hafifletmek için Akrep Klanı’nın malzeme göndermeye devam etmesi talebim Daimyo’yu kızdırmış görünüyordu, ama onun için bardağı taşıran son damla, oğluyla Demirhane Baş Mühendisi’nin kızı arasında gerçekleşecek evliliği neden iptal ettiğini sormam oldu. Oturduğu görkemli, tahtı andıran koltuktan hiddetle ayağa fırlayan Daimyo: “Barış, huzur ve zor günlerde yapılması gereken dayanışmayla ilgili söyledikleriniz beni derinden etkiledi, samuray. Ancak benim oğlum gibi ahlakı ve onuruyla yaşayan bir insana o fahişeyi mi uygun görüyorsunuz?” diye bağırdı. Hepimiz dehşet içinde kalmıştık. Zira, bizim gördüğümüz kadarıyla Baş Mühendis’in kızı, bu dünyada fahişelikten en uzak olan kişiydi. Özellikle de Yengeç Klanı’na mensup Hira-san, Daimyo’nun bu sözleri karşısında patlamaya hazır bir volkan gibi görünüyordu. Ona sakin olmasını ima eden bir bakış attım ve Daimyo’ya dönerek sordum: “Söz konusu kişinin fahişeliğiyle ilgili nasıl bir malumatınız var, Daimyo hazretleri?”

Bunun üzerine Daimyo yanındaki hizmetçisine başıyla işaret verdi ve arkadaki bir odaya yönelen hizmetçi kısa süre sonra elinde örtüye benzer bir şey ve bir mektupla çıkageldi. “İşte,” dedi Daimyo bize hizmetçinin getirdiklerini hırsla uzatırken, “bu fahişelik değil de nedir?” Söz konusu “bu” bir adet kanlı çarşaf ve bir mektuptan oluşuyordu. Mektup da şöyle bitiyordu: “Oğlunuzun evleneceği kişi ona layık olacak kadar masum ve temiz olmayabilir.”

Söyleyecek hiçbir şey bulamıyorduk. Öncelikle soğukkanlılıkla bu mektubu kimin yolladığını ve mektupta yazanların doğruluğunu öğrenmemiz gerekiyordu. Hira-san dayanamayıp sordu: “Mektubu buraya kim getirdi?” “Yengeç Klanı’ndan bir samuray.” dedi Daimyo. “Peki kendisi şu anda nerede?” “Mektubu verdiği an oğlum onun kafasını uçurdu.” Hira-san’ın Daimyo’ya saldıracağını ve her şeyin karmakarışık bir halde sona ereceğini düşündüğüm kısa bir sessizliğin ardından dayanamadım ve Daimyo’ya doğruluğundan henüz şüphe edilebilecek bir bilgi için bu kadar sinirlenmemesini söyleyerek ve güney sınırındaki duvarın yıkılması durumunda bundan bütün klanların etkileneceğini belirterek onu Demirhane’nin çalışmaya bir süre daha devam edebilmesini sağlayacak malzemeyi göndermeye ikna ettim. Biz de yine Demirhane’ye dönüp bu olayı araştırmak için çarşaf ve mektubu yanımıza alarak akşam vakti oradan hızla ayrıldık.
Aynı günün gecesi:
Klanların arasındaki bu topraklarda bir oraya, bir buraya savruluşumuz ve genel soruna hala kalıcı bir çözüm bulamamış oluşumuz, üstüne üstlük duvarın dayanabilmesi için tahmini üç gün kalmış olması bizi biraz yıpratmıştı. Bu yüzden olacak, görev arkadaşlarım, “Bayushi-kun, Akrep Klanı topraklarındayız ve sen ki bu klandansın, yakınlarda bizleri götürebileceğin, dinlenebileceğimiz bir han var mıdır?” diye sordular. Akrep Klanı’ndan olmama rağmen görev dışında evimden pek çıkmışlığım yoktu, aklıma bize iki-üç saat uzaklıkta bulunan tek bir han geldi ve oraya yöneldik.

Hana girdiğimizde, artık alıştığımız üzere, bütün gözler bize çevrildi. Boş bir masa bulup oturduk, han sahibi hızla yanımıza geldi ve misafirperver bir tavırla siparişlerimizi aldı. Sakesini çabuk bitiren Daidoji-kun dışarı çıkıp hava almak istedi ve Hira-san da ona eşlik etti. Çok geçmeden içeri dört samuray geldi, Yengeç Klanı arması taşıyorlardı. Dosdoğru büyücüyle benim oturduğum masaya geldiler ve bir tanesi öne çıkarak, “Sizleri ne kendi topraklarımızda, ne de Demirhane’de görmek istiyoruz. Kendi iyiliğiniz için oralara bir daha asla uğramayacaksınız. Şimdi çıkın gidin buradan.” dedi. Bir elimle katanamın sapını kavradım ve “Sen kim oluyorsun da imparatorluğun görevlendirdiği, üstelik Akrep Klanı arması taşıyan bir samurayı kendi topraklarından kovmaya cüret ediyorsun?” dedim. “Benim diyeceğim budur. İster uyarı, ister tehdit olarak algılayın. Ancak bir daha karşımıza çıkmayın.” dedi ve hepsi dışarı çıkıp uzaklaştılar.

Hemen ardından içeri Hira-san ve Daidoji-kun girdi. Olup bitenleri anlattığımızda Hira-san hiddetlendi ve onlar fazla uzaklaşmadan peşlerinden gidip öldürmeyi teklif etti. Öldürmenin çözümden çok karışıklık getireceğini düşünmeme rağmen en azından o samurayların neyin peşinde olduğunu öğrenmek iyi olabilirdi. Daidoji-kun ve büyücü de böyle düşünmüş olacak ki, hepimiz farklı niyetlerle aynı yola koyulduk.

•2. bölümün sonu•

Aslı Bülbül


0 yorum:

Yorum Gönder